Mücadele: Fakat kiminle, nasıl?

Oysa tek adam rejimi sadece bir kişisel ya da örgütsel tercih olmayıp, sıkışan kapitalizmde merkez ekonomilere karşı çevre ülkelere sunulan yüzeysel demokrasi bezeli tercihidir

Ülkemizde, belki de tarihte ilk kez görülen iki katmanlı bir mücadele sürdürülmektedir. Birinci mücadele alt-katmanda, AKP’nin böldüğü halklar arasında sürdürülmektedir. İkinci mücadele ise, üst katmanda, siyaset sahnesinde partiler arasında sürdürülmektedir. Ne var ki, farklı katmanlarda sürdürülen mücadeleler arasında uyum sağlanamamaktadır. Şöyle ki, üst-yapı siyaset sahnesinde yürütülen siyasi mücadele alt-yapı halk arenasında yürütülen mücadele ile örtüşememektedir. Bunun sebebi, toplumsal-siyasal tatminsizliği yansıtan alt-yapı mücadelesinin heterojen niteliği ve siyasi hedef belirsizliğinin üst-yapı siyaset mücadelesine yansıttığı belirsizlik ve sonuçta mücadelenin var olan reel siyasetten uzaklaşma cesaretinin siyaset alanına yansıtılamamasıdır.

Toplumsal katmanda; AKP’nin kendi saltanatını uzun yıllar sürdürülmesi amacıyla, toplumsal yarar ve demokrasi anlayışına taban tabana zıt, fakat parti bekası ve habis siyasete uygun bölücü ve toplumun bir kesimini diğer kesimine hasım edici politika halkın bilincinin mücadele odağından sapmasına yol açmıştır. Böylece, tüm toplumu sıkıntıya sokan sosyo-ekonomik koşullar ve bu koşulların oluşturulmasındaki siyasi manevralar halkın gözünden kaçırılmıştır. Tarikatların da habis manevraları ile gerici-dincilik çukurunda debelendirilen halkımız, yaşa(tıl)dığı toplumsal körlük içinde uluslararası siyasetin ve emperyalizmin neden her türlü yargı ve parlamento denetiminden masun sorumsuz bir tek-adam iktidar talebini dayattığı ve yaratma koşullarını bir türlü görememiştir. Tabii, bu arada, azalmakla beraber, hâlâ sürdürülen “yetmez, ama evet” aymazlığının emperyalizmle paralelliği de hiç değilse günümüz koşullarında ilgili çevrelerce idrake mazhar olmuştur, diye düşünmek istiyorum.

Toplumsal uyanışta geri kalış sebepleri arasında, AKP tarafından türetilen ve eğitim de dâhil olmak üzere muhafazakâr politika havuzunda kurgulanan hemen hemen tüm sosyal alanlarda uygulanan dincilik-gericilik uygulamaları toplumun üzerine ölü toprağı serilmesinde başrolü oynamıştır. Ancak tek sebep bu değildir. 2000 IMF politikalarını büyük bir sadakatle uygulayan AKP, tam da emperyalizmin amacı doğrultusunda halkımızı bir yandan adeta ekonomiyi istila eden kaynaklara dayalı pembe balonlarla uyuturken, diğer yandan da inşaata yöneltmesiyle emeğin bir bölümünü fabrika dışına atarak potansiyel sanayi proleter ordusunu küçültmüştür. Sendikal bölünmelere ilaveten, inşaata ağırlık verme siyaseti ortalama emeğin proleter bilince görece yabancılaşmasına da sebep olmuştur. Diğer bir deyişle, 2002’ler başında IMF direktiflerine uyularak Orta Vadeli Programa iman yerine, hiç değilse, 1961 Anayasası doğrultusunda oluşturulmuş “Planlama-Programlama ve Bütçeleme” sistemine uyumlu yol alınmış olsaydı, hem ekonomik alt-yapımız daha makul düzeyde seyreder, hem de emekçi ordusunun ortalama bilinci günümüzdeki kadar yabancılaşmamış olurdu. O durumda AKP tüm halkı ne bu derecede dincilik-gericilik çukuruna savurabilirdi, ne de emekçileri günümüzdeki kadar sömürü girdabına karşı bu denli yabancılaştırmış olabilirdi. Ne var ki, bu süreci salt AKP tercihi ve politikası olarak görmekten ziyade, AKP’nin kişisel beka anlayışının emperyalizmle eşgüdümlü olmasıyla anlamak ve yorumlamak daha gerçekçi olur. Bugün halkımızın ne emperyalizmin, ne de AKP’nin politik bütünlüğünü ve uygulamalarını berrak şekilde algılayamadan piyasada yansıyan gölgelerle oyalanması, Platon’un Devlet adlı kitabındaki mağara alegorisine benzemektedir.

Şu hale göre, toplumsal dinamiklerin gerçek alt-yapısını algılayamadan salt piyasalara, hatta çaresizce kamu kararlarına yansıyan olgularla davranışını ve tepkisini belirleyen toplum, emperyalisti mutlu kılarken, muhalefete müşir olamamaktadır. Böylece mesele salt tek adam rejimine karşı muhalefete dönüşmektedir. Oysa tek adam rejimi sadece bir kişisel ya da örgütsel tercih olmayıp, sıkışan kapitalizmde merkez ekonomilere karşı çevre ülkelere sunulan yüzeysel demokrasi bezeli tercihidir. Resim çok güzel; seçim var, seçilenler var, ama ulusun seçtiği lider olarak gördükleri acaba başka çevrelerce atanmış görevli midir? Halkımızın göremediği, bugün içine düştüğümüz derin kriz açmazının, gerçekten seçilmiş siyasilerin halk iradesi üzerinde yükselen siyasi iradenin bir sonucu mudur, yoksa uluslararası emperyalist politikaların çevreye dayatılan anlamsız ve olağanüstü ranta ve çıkara dayalı projelerin bir sonucu mudur?

Günümüz koşullarında kapitalizm reel sermaye ile yürütülen üretimden sağlanan artık değerleri finansal alanda sörf yaptırırken, güç çatışmaları da coğrafi alandan finansal arenaya kaydırılmıştır. Sermayenin şekillendiği yeni modelde yaşanan savaşlar sanal değil, gerçektir, fakat silahlarla coğrafi alanlarda değil, kur-fiyat ve faiz hareketleriyle finansal alanda yapılmaktadır. Geçmişte, Sovyet-ABD çatışması döneminde, tarafların saldırganlıklarını frenlemek için sürdürülen “soğuk savaş” a analojik olarak, günümüzde aynı kutup ülkeleri arasında kaynak aktarımına yönelik bir tür “örtülü savaş” yürütülmektedir. İşte, AKP becerisi olarak halkımıza yedirilen yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı böylesi savaşların reel mücadele alanlarını oluşturmuştur. Bugün içine düştüğümüz derin krizin bir sebebi de, küresel düzlemde yürütülen örtülü savaşın torunlarımıza dek sürecek faiz yükünün ödenme çabalarıdır. Daha anlaşılır bir ifade ile söylenebilir ki, üçüncü paylaşım savaşının kaybedilmiş bir muharebe tazminatı bugün ekonomiyi zorlamaktadır.

Malûm hikâye şöyledir. Bir yavru balık, annesine arkadaşlarından deniz diye bir şey duyduğunu ve bunun ne olduğunu sorar. Bu soru üzerine, annesi de, kendisinin de aynı söylentileri duyduğunu ve yanıtı araştıracağını söyler yavrusuna. Ne hazindir ki, ciltler dolusu kitaplara geçen ideoloji konusu tartışılır, geliştirilir, fakat toplumlarda ideoloji aynı hızıyla sürgit devam eder. Rahmetli Gökçe Cansever hocanın kitabından aktaracağım şu örnek bize yol gösterebilir. Cansever Hoca kitabında, bir doktorun bir hastalığın oluşumu ve tedavi yöntemini bilse dahi, hastalık koşulunun oluşmasıyla doktorun da aynı hastalıktan mustarip olacağını söyler. İşte, ideoloji de böyle bir şeydir. Ancak, başat ideolojinin kısmen tek antitezi eğitim ve siyasette bulunabilir. Hemen itirazı işitebiliyorum; evet, hatta bu makalenin kurgulanmasında da kullandığım üzere, eğitim ve siyaset de birer üst-yapı kurumlarıdır. Bu çok doğrudur. Bu sav o kadar doğrudur ki, mark Blaug Economic Theory in Retrospect adlı ünlü eserinin son bölümü olan Metodoloji faslında tüm ana akım iktisatçılarını totoloji yapmakla itham eder. Bunun bir istisnası Marksizm’dir. Şimdi, Marksizm’den önceki iktisatçıları “samimi suçsuz” olarak kabul edip, Marksizm sonrası iktisatçıları nereye koyacağız? Yüzlerce, binlerce ünlü üniversite nasıl oluyor da, dünyanın gidişatı karşısında aynı bilgileri (?) tanı ve tedavi aracı olarak milyonlarca gence boca ediyorlar. Bu meseleyi de ileriki yazılarda, nasıl oluyor da tüm sömürüye rağmen toplumlar sermaye baskısı altında yüzey görüntüsüyle de olsa, sakin ve huzurlu görünmekte ve seyretmektedir.

Burada mühim bir mesele ile karşı karşıyayız. O da, siyaset de akademi de birer üst-yapı kurumu ise, kimden ne medet umabiliriz? Burada benim yanıtım akademisyenlerin sosyal sürünün birer koyunu olmaktan vaz geçip, tüm mevki, makam gibi hırslarından kurtulup, gerçek birer aydın olmaya gayret etmeleridir. Bu durum ne derece sağlanabilir, bilemiyorum! Ancak şunu söylemeden de edemiyorum: akademisyenler hiç görmezler mi ki, anlattıkları ile kendilerine mevki makam sağlayabildikleri halde, toplumlara hiçbir katkıda bulunmadıkları gibi, tam tersi tüm süreç emperyalistin ve onun görevlisinin istediği şekilde sürgit devam etmektedir? İşte bu noktada derin nedensellik araştırması yapılmalı, sebep-sonuç ilişkisine girilmeli, hepsinden önemlisi bilim üretirken de, konuşurken de bazı risklerden ve fedakârlıklardan kaçınılmamalıdır. Marx ölürken ne makamı, ne de serveti vardı. Çünkü sistem dediğimiz sosyal ortam “efradını cami, ağyarını mâni bir bütünsel yapıdır”, karşıtlarını kovar, ezer ve yok eder. Ne var ki aydın ile vasat insan, hatta vasat akademisyen arasındaki fark da buradadır. Bu konulara da gelecek yazılara bırakalım.

Kısacası, önümüzde çok zorlu bir dönem ve güçlükle aşabileceğimiz uzun bir yol bulunmaktadır!