Okuyan’ın röportajı ve iki tahrifat
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan ile Haluk Hepkon tarafından yapılan röportaj, bir kitap olarak Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı. Haluk Hepkon tarafından yapılan röportajda katıldığımız bölümler olmakla birlikte doğal olarak farklı düşündüğümüz noktalar da var.

Ali Ateş
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan ile Haluk Hepkon tarafından yapılan röportaj, bir kitap olarak Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı.[1] Röportaj kitabın Cumhuriyet’in tarihsel olarak ilericiliğini konu edinmesini önemli bulduğumuzu belirterek ve Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin üstüne basacağı zeminin komünistler açısından uzun bir süredir Cumhuriyetçi toplumsal-siyasal-ideolojik bir zemin olduğunu bir kez daha ifade ederek başlayalım.
Haluk Hepkon tarafından yapılan röportajda katıldığımız bölümler olmakla birlikte doğal olarak farklı düşündüğümüz noktalar da var. Kitapta özellikle bu yazıya neden olan ve doğrudan bizi ilgilendiren iki somut nokta bulunuyor. Okuyan, verdiği röportajda, iki somut olguda önemsiz görülemeyecek bir tahrifata başvuruyor. Ya da daha ölçülü bir kavramla söylersek, yanlış bilgi veriyor.
İlki 2014 yılında yaşanan TKP içindeki ayrışmaya dair. İkincisi ise Sosyalist Güç Birliği konusunda. İkincisinden başlayalım.
Önce kitaptan konu ile ilgili bölümden alıntı yaparak başlayalım:
“Türkiye’de sol bir türlü bu vesayet ilişkisinden kurtulamadığı için. Bir adım ileri atıyoruz, sonra geri düşüyoruz. Hep bunu yaşadık. En son, 2023 seçimleri öncesinde kurulan Sosyalist Güç Birliği, bize ağır bir ders oldu. Ayrıntıya girmeyeceğim ama orada yaşadıklarımız bize “Bu kadar yeter” dedirtti. Yakın ya da öngörülebilir bir vadede Türkiye solunda HDP ve CHP’den sağlıklı bir kopuşun imkânsız olduğunu anladık. Aslında buna dönük bir niyet de yokmuş.” (Kemal Okuyan ile Söyleşi Cumhuriyet ve Komünistler, sayfa 12)
Sosyalist Güç Birliği (SGB) bilindiği üzere o dönem seçimlere girebilen üç siyasi parti olan Sol Parti, TKH ve TKP’nin yanı sıra Devrim Hareketi tarafından oluşturulmuştu. Seçimleri kapsayan ancak seçimleri de aşabilecek bir eylem-güç birliği amaçlanırken özünde sosyalistlerin bağımsız bir siyasal odağı meydana getirmesi hedefiyle kurulmuştu. “Sosyalist bağımsız bir odak”, belki de SGB’yi tarif edebilecek en doğru tanım. Buradaki “bağımsız” nitelemesi doğal olarak düzen siyasetinden bağımsızlığı, özünde ise CHP’nin ve HDP’nin gölgesinde bulunmamayı ve düzen siyasetiyle ittifakı dışlamayı ifade ediyordu.
Okuyan’ın da belirttiği üzere gerçekten de SGB bileşenleri “vesayet ilişkisinden” çıkamamış, SGB ortak tutum alamamıştı. Daha SGB hukuku sürerken Millet İttifakı’nın lider partisi CHP ve Emek Özgürlük İttifakı’nın çatı partisi HDP ile doğrudan görüşmeler yapılmıştı. Bu açık görüşmeler bir yana aynı zamanda Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bazı bileşenleriyle “kapalı” toplantılar yapıldığı da biliniyor. Solda iki siyasal ittifak arasında görüşmeler yapılmasında elbette bir sakınca yok. Ancak bütün bu gerçekler ve daha fazlası henüz hafızalardan silinmemişken, Türkiye solunda bir “vesayet ilişkisi” tarifi yapılıp, Türkiye solunun CHP ve HDP’den kopmadan solun sağlıklı bir gelişim gösteremeyeceğini söyleyip ve “orada yaşadıklarımız bize bu kadar yeter dedirtti” diyecek kadar büyük cümleler kurup bugün de CHP ve HDP’den kopuşun teorisi yapıldığında biraz durmamız gerekiyor.
Şunun için: SGB süreci devam ederken, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın çağrısıyla yapılan toplantıya bizzat TKP’nin de katıldığını hatırlamıyor muyuz? “Vesayet ilişkisinden kopamama” eleştirisinin muhatabı aynı zamanda bizzat TKP olurken, Okuyan’ın, kendilerini sürecin dışına çıkararak verdiği örnekler tahrifat değil de nedir? Dahası, aynı zamanda SGB ve EÖİ’nün ortak ittifakının mümkün olup olmayacağı konusunda TKP’nin de bir dizi “kapalı temaslar” yürüttüğü neden söylenmez? Tekrar olacak ama, bu tür siyasal süreçlerde karşılıklı ilişkileri elbette normal karşılıyoruz. Ancak politik niyet ve hedeflerden bağımsız siyasal-örgütsel temasların kurulmayacağı da açık olsa gerek.
Okuyan’ın HDP ve CHP ile solun arasındaki çizgiyi kalınlaştırma girişimini bugün sosyalistler açısından doğru bir yönelim olarak gördüğümüzü belirtirken, bu çizginin SGB sürecinde de herkes tarafından çizilmiş olması gerektiğini de kalınca yazmak gerekir.
Ama daha ötesi de var. Bir yandan “SGB süreci ders oldu, bu kadar da olmaz” denecek ama genel seçimlerde “AKP gitsin diye bir oy Kılıçdaroğlu’na” siyaseti bugün gündeme getirilmeyecek ya da unutuldu sanılacak. “CHP’nin vesayetinden” kurtulmak gerektiğini söyleyen Okuyan’ın yukarıdaki satırları ile seçimlerde sadece CHP’nin değil doğrudan altılı masanın adayı Kılıçdaroğlu’na “utanmadan, sıkılmadan oy verme” çağrısı yapması neyin çelişkisidir?
Okuyan’ın solun CHP ve HDP’den kurtulmak gerektiğini söyleyip, SGB sürecinde sanki kendileri bu tutumun parçası değilmiş gibi konuşması, tam bir tahrifattır. SGB sürecinde, TKP, CHP vesayetinden kurtulamamış, bir sermaye partisi olarak gördüğümüz CHP’den bağımsız bir siyasal çizgiyi ne yazık ki savunamamıştır.
Bugün aynı tutumun “siyaset yapma” basıncıyla, bu kitabın yazılmasından hemen sonra, “Saraçhane” sürecinde de benzer bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Ancak buna gelmeden önce kitapta yine doğrudan bizimle ilgili başka bir tahrifata geçelim. Hepkon’un “Geçmişte de yaptığınız bu tespitleri yüksek sesle ifade etmeye başladığınızda içinizde ve dışınızda nasıl bir tepkiyle ve mahalle baskısıyla karşılaştınız?” sorusuna Okuyan aşağıdaki yanıtı veriyor. Hepkon’un sorusu Cumhuriyet, Kemalizm, ilericilik gibi olgulara komünistlerin bakışı üzerine. Okuyan’ın yanıtı şöyle:
“İçimizdeki direnci oluşturan negatif enerji 2014’te boşaldı ve bir ayrışma oldu. Oradan başka bir siyasi hareket çıktı. Kendi yollarında başarıyla gitsinler. Bizi ilgilendirmiyor ama ayrıştık. Bu enerjiden ayrıştık. Dolayısıyla artık hiçbir baskı yok. Tabii ki tartışmalar oluyor. Kararlar alıyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Dışarıdan gelen baskılar meselesine gelirsek… Türkiye solunun kendi cisminin çok ötesinde bir ağırlığı var. Tarih boyunca bu hep böyle oldu.” (Kemal Okuyan ile Söyleşi Cumhuriyet ve Komünistler, Sayfa 31)
Sanırsınız 2014 yılında TKP içinde yaşanan ayrışmanın konusu Cumhuriyet, Atatürk, Türk bayrağı, yurtseverlik gibi ideolojik ve politik meseleler üzerinden çıktı. Hiç ilgisi yok. Türkiye solunda Cumhuriyet’in tarihsel olarak ilericiliği ile başta Türk bayrağı ve Atatürk olmak üzere bazı simge ve değerlere çekinceli bir yaklaşım sergilendiği açık. Bunun aşılması gerektiği konusunda Okuyan ile hemfikiriz. Ama 2014 yılındaki ayrışma doğrudan Gezi sonrası Partinin nasıl yol alacağı ile ilgiliydi. Tersinden partinin “ideolojik partiden siyasal partiye” geçiş tartışması yürütülmüş, Gezi sonrası ortaya çıkan enerjinin parti tarafından kapsanması arayışı gündeme getirilmişti. Yoksa 2002-2014 arası TKP’nin politik çizgisinde “yurtseverlik, Cumhuriyet’in ilerici birikimi, Cumhuriyet kazanımları, Atatürk ve Türk bayrağı vb.” olgular çoktan aşılmıştı. Hatta TKP’yi ulusalcılıkla suçlayan Kürt siyasetinin gölgesinde yürüyen solun bazı kesimleri ile liberalizm dün de bugün de aynı suçlamaları yaparken, dün liberallerin nasıl yetmez ama evetçi, bugün Kürt siyasetinin de AKP eliyle kurulan “İkinci Cumhuriyet”e entegre olmak için nasıl bir çaba içerisinde olduklarını görüyoruz. Tartışmanın belli açılardan o dönem partinin örgütsel dönüşümü ile de doğrudan ilgili olduğu en azından bizler açısından sabittir. O yüzden yaşanan süreci iç ve örgütsel dinamiklerden bağımsız ele almanın belli bir sınırı bulunuyor.
Ancak yaşanan ayrışmadan sonra “Gezi sonrası genel birleşik muhalefet” çizgisini savunmaya başlayıp HDP ile ittifak arayışına giren TİP gerçeğini özel olarak vurgulamak lazım. Okuyan’ın bahsettiği “negatif enerji”nin ve “başka bir siyasi hareket çıktı, kendi yollarında başarıyla gitsinler” sözünün TİP’i kastettiği açık. Ancak asıl soru şu: Bugün TİP ile TKP arasında nasıl bir “politik ayrım” olduğunu net olarak söyleyebilecek var mı?
İdeolojik ve hatta örgütsel konularda onlarca ayrım noktası yazılabilecekken aynı siyasal çizgiyi temsil etmeyi hangi “negatif enerjiyle” açıklayabilirsiniz ki? Sorunu “enerji” kavramıyla açıklamak, bugün objektif olarak aynı politik çizgide buluşmuş olmanın üzerini örter mi?
TİP doğrudan Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yaptı: Saray rejiminden kurtulmak için. “Bir oy bana bir oy Kemal’e” dedi. Şaşırtıcı değildir ve aslında kendileri açısından tutarlıdır. TKP’de aynı politik gerekçeyi sunmadı mı: “Bir oy bana, bir oy AKP gitsin diye” diyerek aynı şekilde Kılıçdaroğlu demedi mi? Madem öyle şimdi açık açık yazılmalıdır: Okuyan’ın son röportajında dile getirdiği sözler itibariyle bu siyaset açık bir tutarsızlık örneğidir.
Ya da Saraçhane sürecinde ortaya konan pratik arasında nasıl bir fark var? TİP, utanmadan sıkılmadan İmamoğlu diyor! TKP ise utanarak sıkılarak İmamoğlu dememeye çalışıyor! Belki de İmamoğlu, Kılıçdaroğlu’ndan daha sağda görüldüğü içindir…
Ama sonuç? CHP lideri Özel’in mitinglerinde birlikte bayrak sallama!
Elbette 19 Mart ile ortaya çıkan ve özellikle gençlik eylemlerinde yükselen toplumsal hareketliliği hiç de hafife almıyoruz. Sadece pozitif enerjinin negatif enerjiden farkını tartışıyoruz.
Komünist siyaset, kendisini emek ile sermaye arasındaki çelişki üzerine kurar. Siyaseti çok bükerseniz ideolojiyi kırarsınız. Biliriz ki ideoloji omurgadır!
Son bir alıntıyla bitirmek yerinde olacak. Ama bir TİP bildirisinden aldığımız sanılmasın: “Bizim için artık solcu, ülkücü, İslamcı, Atatürkçü gibi eski adlandırmaların Türkiye’de bir geçerliliği yok. Çünkü yeniden bir oyun kuruluyor.” (Kemal Okuyan ile Söyleşi Cumhuriyet ve Komünistler, sayfa 34)
[1] Kemal Okuyan ile Söyleşi Cumhuriyet ve Komünistler, Hazırlayan Haluk Hepkon, Kırmızı Kedi Yayınları, 2025