Siyasilerin sorumluluğu zamanaşımına uğramaz
"Bir ülkenin tüm siyasal ve ahlaksal dokusunu değiştirmeye yeltenen siyasiler, zafer kazandıkları zannettikleri dönemlerde dahi vicdanlarında mutlaka muhakeme ederler ve işlemiş oldukları siyasi ve/veya ahlaki suçlarından dolayı hâkim olamadıkları vicdanlarının karanlık dehlizine gömülürler."
Değerli okurlarım sizler bu yazıyı okurken belki de dün, Pazar günü yapılmış olan “AKP’ye ve Anayasa Yapımına Karşı” toplantısını hatırlayacaksınız. Buraya oradaki tartışmaları getirmeyip, yazıya sığdığı kadar toplantıdan bazı notlar aktaracağım. Toplantı notlarına değinmeden önce, AKP’nin, emperyalistin oluşturduğu olanaktan sıyrılıp, “Kurucu Meclis” havasına girip, kendi bekası için yeni bir anayasa yapma hevesinin arka görüntüsünü yansıtabilecek bazı notlar düşmek istiyorum.
Platon’a göre ve eski Yunan anlayışında devlet yöneticilerimin eğitimli, ahlaklı ve faziletli olmaları gerekirdi. Bazen düşünürüm de, acaba o dönemde bugünkü gibi sermaye ve ona bağlı görgüsüzlük ve maganda anlayışı ön safta olsaydı bu insanlar yine aynı şekilde mi düşünürdü, bilemiyorum! Mamafih şunu not etmem gerekir ki, Eski Yunan anlayışında politik kişiler için ahlak arandığına göre, ahlak dışı davranan insanların da o toplumda mevcut olduğu düşünülebilir. Her ne ise, o dönemden bugünlere geldiğimizde para ve sermaye gücü ahlakı da fazileti de ortadan kaldırdığına göre, mazideki bu düşünceleri hoş anı olarak hatırlamaktan öteye gidemeyiz.
Evet, geçmişten günümüze çok şeyin değiştiği doğrudur, fakat değişmeyen bir şey var ki, o da tarihin silemediği ve kimsenin hükmedemediği insan vicdanıdır. Söylemek istediğim şudur ki, günümüzün arsız siyasileri, kimselere hesap vermediklerini sandıkları davranışları için bir gün bizzat kendilerine, kendi vicdanlarına hesap verme durumunda kalacaklarını keşke o gün gelmeden düşünüyor olsalar! Bir ülkenin tüm siyasal ve ahlaksal dokusunu değiştirmeye yeltenen siyasiler, zafer kazandıkları zannettikleri dönemlerde dahi vicdanlarında mutlaka muhakeme ederler ve işlemiş oldukları siyasi ve/veya ahlaki suçlarından dolayı hâkim olamadıkları vicdanlarının karanlık dehlizine gömülürler. Alınlarının secdeye değmesi ile övünen ve övülen siyasiler, vicdanlarında alınları ile değil diğer insanlara karşı takınmış oldukları tavırları ile hesaplaşırlar.
Anlık hesaplaşmanın olası olamaması, vicdanları anlık rahata kavuşturabilir; vicdan algılar, fakat baskılar ve hesap anını bekler. Siyasi yaşamda da günlük hayatta da sosyal ortamda herkes iş ya da arkadaşlık ilişkisi bağlamında benzeri ile karşılaşır ve icraatına onay dahi alabilir. Meslektaşlarına karşı yanlış ve haksız davrana bir rektör sosyal ilişkilerinde kendi benzeri ile karşılaştığında yerilmez, tam tersi mükafatlandırılır bile! Gücünden cesaret alarak hata içinde hata yapan siyasiler ise, ”sen benim kim olduğumu biliyor musun!” makamına erdikten sonra, etraflarını saran dalkavuklarla bazen yaptıklarının farkında dahi olmayabilir, fakat vicdanları bunu kaydeder ve yalnızlıklarının sessizliğinde bu rahatsızlık beyinlerini tırmalar. Günümüzde medyanın baskılanması, kimi akademisyenlerin akademi dışına atılması veya susturulmaya çalışılması kıpırdanan vicdanın sesinin baskılanmasından başka bir şey değildir. Böylesi davranışların bir başka açıdan yorumu ise, farkında olunan vicdan muhasebesinin ileri bir döneme atılmasıdır. Oysa vicdan geçici bir süre için baskılanabilir, fakat susturulamaz. Geri bıraktırılan ve felsefeden uzaklaştırılan toplumlarda vicdanı baskılamanı en sahte yolu ise felsefeden soyutlanmış dinciliktir. Toplum gerileştikçe büyük bir iftiharla iktidara taşıdığı siyasiler, işbirliği içindeki emperyalistler ve sermaye kodamanları toplumu sömürürken hiçbir tepki almaz. Çünkü toplum cehalete sürüklenmiştir ve cehaletinin farkına varmamaktadır. Osmanlı’nın kendisine uygun gördüğü “kulluk” aşağılamasından terfi ettirildiği “efendilik” makamının maddi ve manevi değerini idrak edemeyen toplum, baskıcı siyasiler karşısında anne karnını hatırlayan bebek misali kulluk düzeyine geri gitmeyi arzular tavır sergiler. Bin beşyüz civarında cemaat ve tarikatın kol gezdiği, siyaset ve sermaye ile işbirliği içinde halkın bilincini soğurtan yapıların ayakta tuttuğu siyasi iktidarlar oy alır, mevki-makam sahibi olur, fakat tarihe geçişleri makamsız olur. İşte gelecek zamanda kendileri ile yüzleşecek olan bugünlerin siyasileri ve makam sahibi tüm bireyler makamlarındaki davranışları ile makamsız dönenlerinde vicdanlarıyla hesaplaşacaklardır.
Siyasiler kadar, akademide makamlarına sığınarak yukarıdan gelen emirleri olduğun gibi meslektaşlarına uygulayan yöneticiler de bugün sosyal ortamlarında kendi benzerleri ile temas ederken uyguladıkları haksız davranışlarına gerekçeli takdir alabilirler. O insanlar bilmelidir ki, bugün dalkavuklarına övünerek anlattıkları hikayeleri ve tahrip ettikleri akademinin hesabını yarın gerçek vatandaşın karşısında veremeyerek, vicdanlarının çamuruna gömüleceklerdir.
Adalet mensupları da toplumun en önemli makamını işgal ederken, siyaset, sermaye, tarikat ya da başka hiçbir baskı grubunun etkisinde olmadan vicdanına göre hareket etmesi gereken insanlar da gördükleri görevin ulviyeti ile müsavi olarak vicdanlarının sesini dinlemek durumundadır. Hak ve hukukun çöktüğü yerde tüm toplum çöker ve adalet dağıtmada vicdani değil, siyasi davranan herkes toplumsal enkazın altında kalmaya mahkûm olur.
Toplumumuz öyle bir noktaya getirilmiştir ki, ülkemizin yeraltı madenlerini tırtıklayan emperyalistleri, onlara karşı haklı mücadelesini sürdüren halkımıza karşı vergilerimizle beslediğimiz güvenlik güçlerimiz korumaktadır. Emperyaliste karşı direnen halkı baskılayan siyasi erk ve onun baskı araçları bu zulmün hesabını ileride adlî veya vicdanî olarak mutlaka verecektir.
Yazının başında sözünü ettiğim anayasa meselesine gelince, değerli dostlar, yoldaşlar üzüntü ile belirtmem gerekir ki, insanların 1789 Fransız Devrimi’nin açtığı “siyasal demokrasi” aldatmacasında değil, ekonomik özgürlüklere kapı açan Marksist “ekonomik demokrasi” gerçeğinde, sulh ve sükûn içinde bir arada yaşamaları koşulu tartışılırken, neoliberal akımların aldatmacaları ve de emperyalistin ağına düşülerek, maalesef ırksal esasa dayalı görüşlerin sergilendiğini üzüntü ile gördüm. Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı’nın fütuhat maceraları kadar, 1921 Anayasası’ndan 1924 Anayasası’na geçişin, yani imparatorluk zihniyetinden ulus devlet yapılanmasına geçişin de hesabı daima kafaları kurcalayacaktır. Kanaatim odur ki, eski hesaplarla yüzleşilebilir, Almanya’nın yaptığı gibi, gerektiği yerde büyük devletler özür de dileyebilir. Bunda bir beis yoktur, ancak tarihin kaydettiği şu hatırlatmaları çok net düşünerek, kararımızı ona göre verip, mücadelemizi ona göre yapmalıyız: İzmir’de toplanmış olan İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu için, hatta tartışmayı Kanuni’ye kadar genişleterek söylediklerini, yıkılan imparatorlukla yeni kurulan ulus devlet arasında bir ayırım koyarak yeni devlet kuruluşuna geçilmiş olmasının kafalarda netleştirilmesi zaruridir. Diğer bir nokta olarak, dönemin hakimiyetini elinde tutan İngiliz heyetinin, İmparatorluktan Devlet yapısına geçilirken bir tek Kürt halkının kendi devletini kurmada bir talebi ya da ısrarının olmamasını, her konuyu masaya taşıyarak görüşmelere ara verilmesine yol açabilecek kadar zorlamışken bu konuyu da Lozan’da neden gündeme taşınmamış olması da başka bir tarihî bir vakıa olarak üzerinde düşünülmeye ve fevkalade incelemeye muhtaç bir konudur. Kurtuluş Savaşı’nda Türk ve Kürt halklarının birlikte mücadeleye girmiş olduklarını muazzam tarihi gerçeği akılda tutarak, günümüzün neoliberal sisteminde, tarihi gerçeklik olarak imparatorlukların neden ve nasıl parçalandığını çok iyi bilen emperyalistin hangi amaçla alt-kimlikleri böylesine parlattığını düşünmek zorundayız. Ancak bu gerçeklerin anlamı kültürlerin baskılanması, silinmesi ya da değersizleştirilmesi olmayıp, tam tersi, tarihin akışında sürecin normal yatağında devamının ve halkların birlikteliğinin gelişmesinin sağlanmasıdır. Binbir surat ve binbir oyunlu emperyalist karşısında amaç, bizatihi emperyalistin alt-kimlik oyunu ile bölünerek köleleşmek değil, tam tersi, alt-kimliklerin ve halkların birlikteliğinde güçlenerek sermayenin-emperyalistin karşısına çıkmak olmalıdır, diye düşünürüm. Emperyalistle işbirliği yapmak, malûm ifade ile “kaplanla yatağa girmeye benzer” sözünü dilerim tüm kesimler iyi okur; zira bu ifade, yetkisiz olduğu halde, kendisini kurucu olarak gören ve gördürmeye çalışan siyasi iktidar kadar, etrafa saçılan sahte parıltılardan nasiplenen her kesim için geçerlidir.
Değerli dostlar, yine takvimden bir yaprak düşecek, yine bir aldatmaca ve hayal içinde yeni bir alana geçtiğimiz düşüncesi kafalarımızı dolduracaktır. Evet, gerçek budur, ancak her şeye rağmen tüm dostlara, yoldaşlara ve tüm insanlığa güzel günler ve esenlik dilerim!