Türban tartışmalarının açtığı yol istibdat rejimine çıktı: Gericilikten özgürlük çıkar mı?
Sömürüyü meşrulaştıran, kadınları ikincilleştiren, yurttaşlık yerine kulluğu vaaz eden, itaat ve biat kültürü ile inşa edilen gericiliğin özgürlüğünden bahsedilebilir mi?

SEMİHA GÜNAL
Ülkemizde 12 eylülden beri dalları adım adım budanan laikliğin, gövdesi de son aylarda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tarafından, cuma günleri camilerde okunmak üzere gönderilen hutbeler aracılığıyla yok edilmeye çalışılıyor. Ağustos ayı boyunca hutbeler, toplumu İslami değerlerle yönetme çabasına çanak tutar biçimdeydi. Sırasıyla kadınların kılık kıyafeti ve özgürlük anlayışına (1 Ağustos 2025), tatillerimizi helal haram hassasiyetiyle ve anne babamızın yanında yapmamıza (8 Ağustos), “Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahî adalete aykırıdır” diyerek kadınların miras hakkına (15 Ağustos 2025) karışan hutbeler laiklik ilkesini çiğnemekte, şeriata dayalı bir yönetime doğru ülkeyi sürüklemeye çalışmaktadır[1]. Pek çok örgüt gibi Laiklik Meclisi de bu hadsizliğe üç hutbe için de suç duyurusunda bulunarak tepki gösterdi[2].
Bilindiği gibi emperyalizm ve onun desteklediği iktidarlar, dini siyaset aracı olarak kullanırken en çok yoksullar, kadınlar ve çocuklar üzerindeki denetimi önemsiyor. Yoksullara şükür etmek, itiraz etmemek, itaat etmek benimsetildiği için son zamanda kadınlar ve eğitim üzerindeki baskıyı artırdılar. Kadınlar derken yine yoksul emekçi kadınları kast ediyorum yanlış anlaşılmasın.
1990 ve Sonrası
Aslında bugünlerde arttı diyorum ama Türkiye’nin yıllardır tartıştığı ‘türban’ meselesi bizlerin hep mücadele alanındaydı. Biraz söz edeyim; önce 1990 yılına dönelim hep birlikte:
31 Ocak 1990 Türkiye’de demokrasinin, bilimin ve üniversitenin en karanlık günlerinden birisidir. Ertesi gün gazeteler laikliğin önemli savunucularından Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Ankara Bahçelievler’de oturduğu apartmanın girişinde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdiğini yazacaktı. Cinayeti İslami Hareket örgütü üstleniyor ve ‘türbana karşı aldığı tavır nedeniyle Müslümanlar tarafından cezalandırılmıştır’ diyordu. Cinayetin faili ne yazık ki meçhul kalmıştır.
4 Eylül 1990 Türkiye’nin önemli aydınlanma savaşçılarından, müftülük yaptığı yıllarda dinci gericilikle mücadele eden ve toplumu dinin yanlış tarafları konusunda bilgilendirmek için kitaplar yazan Turan Dursun öldürüldü. Cinayet yine İslami Hareket örgütüne kaldıysa da arkasında kimlerin olduğu bugüne dek açığa çıkarılmadı.
6 Ekim 1990 tarihinde ise İlahiyat fakültesinin ilk kadın öğretim üyesi, televizyon programlarında[3] “Türbanın inanç gereği değil, siyasi nedenlerle ve laiklik ilkesine karşı olarak takıldığını ve asla laiklikten taviz verilmemesi gerektiğini” söyleyen Doç. Dr. Bahriye Üçok öldürüldü. Hem de evine yollanan kitap paketinin içine gizlenmiş bir bombayla. Ne tesadüftür ki bu cinayeti de İslami Hareket Örgütü üstlenmişti. Cumhuriyet gazetesini telefonla arayan bir kişi, Üçok’u “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdıklarını” söylemişti.[4] Bu cinayetin de failleri meçhul…
Bu üç cinayetin laiklik konusunda söz söyleyebilecek olanları o dönem nasıl korkuttuğu tahmin edilebilir. Zaten 12 Eylül sonrası emperyalizmle kol kola yürüyen dinci gericileşme bir on yıl sonra terör aracılığıyla kendine açılan kulvarı iyice genişletmeye başlamış ve sakınmadan laiklik karşıtı, devrim karşıtı, cumhuriyet karşıtı fikir ve eylemleri hızla yaymaya başlamıştı. O gün bu gündür bu hız artarak özellikle de kadın bedeni üzerinden ilerlemeye devam ediyor.
Diyanet İşleri Başkanı bugün bu cesareti bulabiliyorsa ardında koskoca yıllar ve bu yıllar içinde palazlanan hatta iktidar olan bir gerici külliyat vardır.
Peki devrimciler ne yaptılar boyun mu eğdiler diye de soralım o zaman;
Devrimciler, bu üç mücadeleci insanın simgeleştiği laiklik mücadelesini sürdürmekten uzun bir süredir vazgeçmiyor ve vazgeçmeyecekler de. Devrimciler sözcüğünün altını özellikle çiziyorum çünkü 90’lardan bu yana ortaya çıkan kendisine solcu diyen liberaller, kendisine aydın diyen ‘yetmez ama evetçiler’ ve feminizm için mücadele edenler ne yazık ki laiklik mücadelesini önemsemedikleri için pek çok alanı gericilere kaptırdılar, üniversiteyi, kamusal alanı, iktidarı ve hatta günümüzde devleti…
2010 yılında, benim de üyesi olduğum ‘Üniversite Konseyleri Derneği’ (şimdi bu isimde bir dernek yok) bir bildiri yayınlayarak (SİP’in 1998 yılında çıkan Türban neyi örtüyor bildirisini de yenileyerek), ülke akademisyenlerini mücadeleye ve aşağıdaki metnin de içinde olduğu bir bildiriyi imzalamaya davet ettiler.
“……Bugün türbana özgürlük diyenlerin, ilerici aydınlarımızın ve bilim insanlarımızın baskı görmesini, tutuklanmasını, Sivas’ta yakılmasını, faili meçhullerde katledilmesini umursamadıklarını, hatta ‘provoke ettiler’ diye onayladıklarını, kaybettiğimiz değerli pek çok akademisyenimize hakaretlere devam ettiklerini görüyoruz. Bir defa daha iktidar eliyle dinsel dogmaların ve emperyalizmin ılımlı İslam projesinin hâkim hale getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Türbana özgürlük diyenlerin ülkemizin özgürlüğünü yani bağımsızlığımızı umursamadığını biliyoruz…”[5]
Pek çok kişi tarafından imzalanan bu bildiri aynı zamanda toplumda bir farkındalık yaratılmasına katkı sundu. Sonrasında, toplumsal dirence rağmen türban sadece üniversitelere değil kamunun her alanına girdi.
Artık daha ileriye gidebilirdi emperyalizmin desteklediği siyasal İslamcılar. Tarikatlara, cemaatlere, dinci vakıflara, sermayeye alan açıldı. Şimdilerde pervasızca sokaklarda hilafet isteyebiliyor, şort giydiği için kadınlara saldırabiliyor, küçücük kız çocuklarının evlenmesine ‘cevaz’ verip, karma eğitimi sonlandırmak için kız ortaokulları bile açabiliyorlar. Hatta başları açık kadınları ‘teşhirci’, ‘çıplak’ diye muayene bile etmeyebiliyorlar.
“Köpek balıkları insan olsaydı, küçük balıklara daha iyi davranır mıydı diye sordu hancının kızı Bay K.’ye. Şüphesiz dedi Bay K. “Köpek balıkları insan olsaydı, küçük balıklar için denizde, içinde gıda maddeleri, hatta bitki ve hayvan çeşitleri bulunan çok büyük sandıklar yaptırırlardı…. Bu büyük sandıkların içinde doğal olarak okullar da bulunurdu. Küçük balıklar bu okullarda köpek balıklarının ağzına nasıl yüzeceklerini öğrenirlerdi…. En önemlisi de küçük balıkların ahlak eğitimi olurdu. Onlara küçük bir balığın kendini seve seve feda etmesinin en büyük ve en güzel şey olduğu, tüm köpek balıklarına inanmaları gerektiği, hele hele köpek balıkları onlara iyi bir gelecek sözü veriyorsa onlara inanmak zorunda oldukları öğretilirdi. Küçük balıklara bu güzel geleceğe, sadece itaat etmeyi öğrendikleri takdirde kavuşabilecekleri öğretilirdi.”[6]
Sömürüyü meşrulaştıran, kadınları ikincilleştiren, yurttaşlık yerine kulluğu vaaz eden, itaat ve biat kültürü ile inşa edilen gericiliğin özgürlüğünden bahsedilebilir mi? ‘Türbana özgürlük’ diye çıkılan yol kadınların bir bütün olarak esaretine dönüşmüştür. İstibdat rejimi bu taşlarla döşenmiştir.
Ama bizim de köpek balıklarıyla sonuna kadar mücadele edeceğimiz açık.
NOTLAR
[1] https://dinhizmetleri.diyanet.gov.tr
[2] www.laiklikmeclisi.org
[3] Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=8IsHy0_PB5Q&ab_channel=CanD%C3%BCndar
[4] https://yurtsever.org.tr/2017/hafiza-i-beser-gericilige-boyun-egmeyen-ilahiyatci-bahriye-ucok-120084
[5] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kabullenmiyoruz-188386
[6] Bertolt Brecht, Köpek Balıkları İnsan Olsaydı. İçinde: Öykü Şeçkisi, İlya Yayınevi, 2004. Çeviren Gülperi Sert.