Türkiye’nin Afrika Politikaları: Sermaye Birikimi ve Hegemonya Arayışı

Türkiye’nin Afrika Politikaları: Sermaye Birikimi ve Hegemonya Arayışı

20-04-2025 01:59

Türkiye’nin Afrika’ya yönelik politikaları, gelişmekte olan ve bölgesel güç hüviyeti gösteren bir kapitalist devletin tekelci sermayesini küresel pazarlara entegre etme çabasıdır.

Erkin Öztok

Türkiye’nin Afrika kıtasıyla ilişkileri, özellikle 21. yüzyılın başından itibaren belirgin bir yoğunlaşma göstermiştir. 2005 yılının Türkiye’de “Afrika Yılı” ilan edilmesi ve ardından “Afrika’ya Açılım” politikasının “Afrika Ortaklık Politikası”na evrilmesi, bu yeni dönemin başlangıcını işaret etmektedir. Bu süreç, küresel güç dengelerindeki değişimler, “yükselen güçler” olarak adlandırılan ülkelerin artan etkinliği ve Afrika’daki kaynaklar ile nüfuz alanları üzerindeki rekabetin kızışması gibi daha geniş bir uluslararası bağlamda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin Afrika’ya yönelik bu çok boyutlu ve giderek derinleşen angajmanı, genellikle diplomatik başarı, ekonomik fırsat ve insani yardım söylemleriyle çerçevelenmektedir.

TÜRKİYE’NİN YENİ PAZAR ARAYIŞI VE SERMAYE İHRACI

Türkiye’nin Afrika’ya yönelik ekonomik hamleleri, 2000’lerden itibaren AKP iktidarıyla ivme kazandı. 2003’te 5,4 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2022’de 41 milyar dolara ulaşarak sermaye ihracının boyutlarını gösterdi. Doğrudan yatırımlar 7 milyar doların üzerine çıkarak Türkiye sermayesinin kıtadaki ekonomik nüfuzunu pekiştirmiştir Ancak bu rakamlar, basit bir ekonomik işbirliğinin ötesinde, tekelci burjuvazinin yayılmacı hedeflerini yansıtır. Türk müteahhitlik firmalarının 77,8 milyar dolarlık proje üstlenmesi, Afrika’nın altyapı kaynaklarının kontrol edilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.

Türkiye’nin Afrika’da açtığı 44 büyükelçilik ve TİKA, AFAD gibi kurumlarla yürüttüğü projeler, bu sürecin somut örnekleridir. Örneğin, Somali’de açılan su kuyuları veya Nijer’deki eğitim merkezleri, “insani yardım” kisvesi altında yerel pazarlara nüfuz etme stratejisi olarak okunmalıdır.

Türkiye’nin Afrika’daki artan doğrudan yatırımları ve özellikle devasa müteahhitlik projeleri, sermaye ihracı olgusunun tipik bir örneğidir. Bu faaliyetler, Türk sermayesinin (özellikle inşaat, enerji ve giderek artan şekilde savunma sanayii gibi sektörlerdeki büyük holdinglerin) kâr oranlarını sürdürme ve yurtiçindeki birikim sıkışıklıklarını aşma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Afrika’da üstlenilen altyapı projeleri (havalimanları, yollar, enerji santralleri, finans merkezleri), hem doğrudan kâr sağlamakta hem de Türk malları ve hizmetleri için yeni pazarlar açarak ve kaynaklara erişimi kolaylaştırarak dolaylı yoldan sermaye birikimine hizmet etmektedir. Bu projeler, aynı zamanda Afrika ülkelerini Türk teknolojisine ve finansmanına bağımlı hale getirme potansiyeli taşımaktadır. DEİK ve TİKA gibi kurumların bu süreçteki rolü, devletin sermaye ihracını aktif olarak nasıl desteklediğini göstermektedir.

Türkiye, rekabette Batılı eski sömürgeci güçlere, Çin’e, Körfez ülkelerine ve diğer yükselen güçlere karşı kendine bir yer açmaya çalışmaktadır. Türkiye, bu rekabette “kazan-kazan” söylemi, tarihi ve kültürel bağlar vurgusu ve Batı karşıtı bir duruş sergileyerek avantaj elde etmeye çalışsa da, temel motivasyon Türk sermayesi için ekonomik çıkar sağlamaktır. Afrika’nın hızla büyüyen nüfusu ve artan talepleri, Türk sermayesi için önemli bir pazar potansiyeli sunmaktadır.

Türkiye’nin Afrika ile ticaretinin yapısı (yüksek katma değerli mamul mal ve silah ihracatı karşılığında potansiyel olarak daha düşük katma değerli hammadde veya enerji ithalatı), eşitsiz mübadele mekanizmalarının işlediğini göstermektedir. Bu durum, Afrika ekonomilerinde yaratılan artı-değerin bir kısmının Türk sermayesine aktarılmasına ve mevcut küresel eşitsizliklerin yeniden üretilmesini devam ettirmektedir. Bu, Türkiye’nin emperyalizm adına bölgesel güç konumunu çevre konumundaki Afrika ülkeleri üzerinde yeniden ürettiğini göstermektedir.

Türk devleti, Afrika’daki sermaye yayılmasında merkezi bir rol oynamaktadır. Diplomatik ağın genişletilmesi, Erdoğan’ın iktidarı boyunca 50 civarı kez gerçekleştirdiği Afrika gezileri, TİKA aracılığıyla “yumuşak” zeminin hazırlanması, YTB ve Maarif Vakfı ile kültürel ve ideolojik bağların kurulması, Afrikalı on binlerce öğrencinin burslu veya düşük ücretlerle Türkiye’de okutulması(Karabük Üniversitesi örneği), Eximbank kredileriyle finansman sağlanması ve askeri varlık ve silah satışlarıyla güvenliğin ve nüfuzun sağlanması, devletin ulusal burjuvazinin ve bağlı bulundukları uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğine dair Marksist tezi doğrulamaktadır.

‘HAYIR’ İŞLERİ VE KÜLTÜREL HEGEMONYA

Türkiye’nin Afrika’daki faaliyetleri, sıklıkla “kardeşlik” ve “tarihsel bağlar” retoriğiyle meşrulaştırılıyor. Ancak bu söylem, burjuva diplomasisinin tipik bir manipülasyon aracıdır. Marksist analiz, insani yardımın emperyalist çıkarlara hizmet eden bir araç olduğunu ortaya koyar. Örneğin, Türkiye’nin Kızılay ve TİKA aracılığıyla yürüttüğü projeler, yerel hükümetlerle kurulan ilişkileri derinleştirerek, askeri üslerin ve ticari anlaşmaların önünü açmaktadır. Somali’deki askeri üs veya Libya’daki askeri varlık, bu stratejinin askeri boyutunu gösterir.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Türkiye’nin Afrika’daki yumuşak gücünün ve ekonomik stratejisinin önemli bir aracıdır. Kıta genelinde 22 Program Koordinasyon Ofisi bulunan TİKA, 2022 öncesindeki beş yıllık dönemde Afrika’da 1884 proje gerçekleştirmiştir. Bu projeler; okul ve hastane inşası veya onarımı gibi altyapı çalışmaları, mesleki eğitimler gibi kapasite geliştirme faaliyetleri, tarım ve hayvancılık destekleri ve kültürel mirasın restorasyonu gibi geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. TİKA’nın faaliyetleri resmi olarak insani yardım ve kalkınma işbirliği hedefleriyle açıklansa da, Türk sermayesinin önünü açma işleviyle gerçekleştirilmektedir.

Yunus Emre Enstitüsü ve Diyanet Vakfı projeleriyle Türkiye, dil, eğitim ve dini bağlamda “kardeşlik” propagandası yürütmektedir. Bu diplomasi, formel eşitlik söylemiyle örtüşmesine rağmen, maddi ilişkilerin hiyerarşik yapısını aşamamakta, “yumuşak güç” hamlesi olarak ekonomik ve stratejik amaçları kamufle etmektedir.

Türkiye Maarif Vakfı (TMV), özellikle 2016 sonrası dönemde, FETÖ ile bağlantılı olduğu iddia edilen okulların devralınması ve yeni okullar açılması yoluyla Afrika’da önemli bir eğitim ağı kurmuştur. 2021 sonu itibarıyla TMV’nin Afrika’da 25 ülkede 175 eğitim kurumu ve 17.565 öğrencisi bulunmaktadır. Benzer bir amaçla, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) tarafından yürütülen Türkiye Bursları programı, binlerce Afrikalı öğrenciye Türkiye’de yükseköğrenim imkânı sunmaktadır. 2010-2019 arasında 5.259 Afrikalı öğrenci bu burslardan yararlanmış, sadece 2019’da 1.147 Afrikalı öğrenciye burs verilmiştir. Bunların yanında Türkiye’de binlerce düşük ücretlerle okuyan Afrikalı öğrenci bulunmaktadır. Erdoğan’ın ifadesiyle, bu öğrencilerin ülkelerine döndüklerinde “Türkiye’nin fahri temsilcileri” olmaları ve Türkiye ile uzun vadeli bağlar kurmaları (mezun dernekleri aracılığıyla) beklenmektedir. Eğitim, bu yönüyle, Türkiye’nin Afrika’da uzun vadeli ideolojik etki (hegemonya) kurma stratejisinin temel taşlarından biridir. Geleceğin liderlerini, iş insanlarını ve aydınlarını Türkiye’de eğiterek, Türk siyasi ve ekonomik çıkarlarına daha açık, Türkiye ile pozitif ilişkileri olan bir nesil yetiştirilmesi amaçlanmaktadır.

ASKERİ GÜÇ VE DAMADIN SİHA’LARI

Türkiye’nin Afrika’daki askeri varlığının en somut örneği, Somali’nin başkenti Mogadişu’da kurulan TURKSOM Askeri Eğitim Üssü’dür. Türkiye’nin yurtdışındaki en büyük askeri tesisi olarak tanımlanan bu üs, Somali Ulusal Ordusu’nun subay ve astsubaylarını eğitmek amacıyla kurulmuştur ve 10.000’den fazla askerin eğitilmesi hedeflenmektedir. Bu üs, sadece bir eğitim merkezi olmanın ötesinde, Türkiye’nin Afrika Boynuzu ve Hint Okyanusu gibi stratejik açıdan kritik bir bölgede sert güç projeksiyonu yapma kabiliyetini ve niyetini göstermektedir. Türkiye’nin kıta genelinde 11 Askeri Ataşeliğinin bulunması ve çeşitli ülkelerle askeri eğitim anlaşmaları yapması da bu artan askeri angajmanın diğer göstergeleridir. Bu askeri varlık, ekonomik yatırımları ve ticari çıkarları korumak, siyasi nüfuzu pekiştirmek ve bölgesel güç denklemlerinde aktif rol oynamak gibi çoklu hedeflere hizmet eden, yayılmacı stratejinin askeri koludur.

Türkiye’nin küresel silah ihracatı son yıllarda önemli bir artış göstermiştir. SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) verilerine göre, Türkiye 2020-2024 döneminde dünyanın en büyük 11. silah ihracatçısı konumuna yükselmiş ve ihracatını bir önceki beş yıllık döneme göre %103 (veya başka bir rapora göre %106) oranında artırmıştır. Bu artışta Afrika pazarının rolü giderek büyümektedir. Özellikle Baykar şirketi tarafından üretilen Bayraktar TB2 Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA), Türkiye’nin Afrika’daki savunma sanayii ihracatının lokomotifi haline gelmiştir. Bu SİHA’ların Libya, Dağlık Karabağ ve Ukrayna gibi çatışma bölgelerindeki “savaşta kanıtlanmış” etkinliği ve görece düşük maliyeti, onları birçok Afrika ülkesi için cazip hale getirmiştir. Angola, Burkina Faso, Cibuti, Etiyopya, Fas, Kenya, Mali, Nijer, Nijerya, Somali, Togo, Tunus gibi çok sayıda Afrika ülkesinin bu SİHA’ları tedarik ettiği veya ilgi gösterdiği bildirilmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı tarafından yönetilen Baykar şirketinin bu satışlardaki merkezi rolü ve Erdoğan’ın kişisel olarak bu ürünleri yurtdışı ziyaretlerinde tanıtması, devlet-sermaye bütünleşmesinin bu alandaki somut bir örneğidir.

Türkiye’nin Somali’deki askeri üssü, Libya ve Etiyopya’daki iç savaşlara müdahalesi ve Sahel bölgesindeki ülkelere artan silah satışları, onu karmaşık bölgesel güvenlik dinamiklerinin ve çatışmaların doğrudan bir aktörü haline getirmiştir. Bu müdahaleler, genellikle terörle mücadele veya meşru hükümetlere destek gibi gerekçelerle açıklansa da, altta yatan temel motivasyonlar Türkiye’nin kendi stratejik ve ekonomik çıkarlarını ilerletmektir.

SONUÇ

Türkiye’nin Afrika’ya yönelik politikaları, gelişmekte olan ve bölgesel güç uhviyeti gösteren bir kapitalist devletin tekelci sermayesini küresel pazarlara entegre etme çabasıdır. Güvenlik işbirlikleri ve askeri üsleşme, finans kapital ihracını koruyacak bir unsurdur; böylece monopol kârları garanti altına alınır. İnsani yardımlar, askeri işbirliği ve ticari anlaşmalar, finans kapitalin yayılmasını maskelemektedir. Türkiye, küresel emperyalist sistem içinde kendine özgü bir konuma sahip, çelişkili bir aktör olarak Afrika’da kendi yayılmacı projesini yürütmektedir.

Ancak bu proje çelişkisiz değildir. Türkiye’nin Afrika’daki yayılmacılığı, diğer küresel ve bölgesel güçlerle rekabeti kızıştırmakta ve potansiyel çatışma ihtimallerini artırmaktadır. İstikrarsız rejimlerle kurulan ilişkiler riskler barındırmaktadır. Uygulanan ekonomik modelin ve silah satışlarının potansiyel sömürücü veya istikrarsızlaştırıcı etkileri, Afrika halkları nezdinde direniş ve tepki doğurma ihtimali taşımaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin kendi iç ekonomik ve siyasi çelişkileri veya küresel sistemdeki güç kaymaları da Afrika politikasının gelecekteki seyrini etkileyebilir. Sonuç olarak, Türkiye-Afrika ilişkileri, Marksist analizin vurguladığı gibi, sermaye birikimi, sınıf çıkarları ve jeopolitik rekabetin şekillendirdiği dinamik, çelişkili ve sürekli bir mücadele alanı olmaya devam edecektir.