Yoksul köylülükten işçi sınıfına: Kürtlerin "unutulan" hikayesi ve geleceği
İlker Demirer
Bir kez daha “Kürt sorunu” gündeme gelmiş durumda. Özellikle Kürt siyasi hareketi ve çevresindekiler için “Ne zaman gündemden düştü ki?” sorusu sorulabilir. Bir yanıyla “haklı”, öbür yanıyla bugünkü gelişmeleri, iktidar ve Kürt siyasi hareketi arasındaki görüşme trafiği açısından, yok sayan bir soru bu. Türkiye’de ve bölgede son 40 yıldır “Kürt sorunu” önemli bir siyasal başlık olmuş, zaman zaman bölgedeki siyasi denklemleri değiştiren bir boyuta ulaşmıştır.
Çoğunlukla şiddet sarmalının ve bölge politikalarının bir konusu olarak görülen Kürt sorunu, hemen her boyutuyla, akademik, siyasi, ideolojik ve teorik olarak incelenmiştir. İnceleyen kişinin amacı ve hedefine göre Kürt sorununun ele alınan değişkenleri ve sonuçları farklılık gösteriyor. Bu incelemelerin büyük bir ağırlığına bakıldığında ise Kürt sorununun ulus penceresinden, şiddet ve egemenlik ilişkileri düzleminde ele alındığı görülür. Ulus penceresinin, şiddet, egemenlik ve temsil ile ilişkili tüm değerlendirmelerinin ise bir yanı büyük oranda eksik kalmaktadır. Söz konusu Kürt sorunu olduğunda, ulusal pencerenin ve diğer tüm ilişkilerin sınıfsal bağlamı, ekonomi-politik dinamikleri ıskalanmaktadır. Bir anlamda “sınıf körü” olan bu yaklaşımın “kimlik indirgemeci” bir ulus penceresi sunduğunu söylemek gerekiyor.
Kürt sorununda az denenen sınıfsal bağlamın ise kolaya kaçmadan değerlendirilmesi bir zorunluluk. Teorik çerçevesi ciddi bir tartışmayı hak ediyor. Bu yazıda, Kürt sorununun gelişiminde sınıfsal bağlamın ve ekonomi-politik dinamiklerin tarihsel boyutunu detaylandırmadan, ana hatlarıyla çizmeye çalışacağız. Bunu yaparken de, çok iyi bilinen iki tezin karşıt görünümlerini de ele alıp ters yüz etmeye çalışacağız. Çalışmanın sayısal verilerle boğulmaması için, bu kısmı ileriki çalışmalara bırakacağız.
İlk olarak Kürt sorununun gelişiminde “eşitsiz gelişimin” tek yönlü olarak ele alınmasını konu edeceğiz. Genel kanıya göre “eşitsiz ve bileşik gelişim” yasasından ötürü bölge geç gelişmiş, kapitalizm öncesi üretim tarzlarını da barındırarak uzun süre bir “doğal kaynak” rolü üstlenmiştir. Bu nedenle bu bölgeye sermaye ihracı söz konusu olurken, buradaki artı değer kapitalizm öncesi üretim tarzlarının da yardımıyla Batı’ya aktarılmıştır. Bu okuma bir yönüyle doğru olmakla birlikte hem fazlasıyla üstünkörü hem de kapitalizm gelişim yasalarının sadece tek yönlü çalıştığını düşünüyor.
Gerçekten de kapitalizm bu topraklarda belirli bölge ve coğrafyalarda ortaya çıkmış ve “dışsal” bir biçimde gelişmiştir. 19. yüzyılın sonlarına doğru yarı sömürge statüsüne gerileyen bir imparatorluk ve emperyalizmin merkezlerine deniz ve demiryolu taşımacılığı ile bağlanan pazarlar dışında kalan bölgeler için kapitalist formasyon ancak kendini 20. yüzyılın ilk yarısında hissettirebilmiştir.
Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu bölgede sermaye birikimi yavaş, kapitalist üretim tarzının baskın hale gelişi ise devlet-sermaye ilişkileri ile bağlantılıdır. Türkiye’de kapitalizmin gelişiminde önemli bir yer tutan “devletçiliğin” sermaye birikiminde oynadığı rol tartışılmazdır. Bölge açısından da bu şekilde olmuştur. Toprak beylerinin önce toprak kapitalistlerine dönmesi uzun, sancılı, ama fazlasıyla keskindir. Bölgedeki topraksız ve küçük köylülük için ise süreç fazlasıyla yıkıcı olmuştur.
Ancak bir diğer önemli durum, bu kapitalist formasyonun Türkiye’de kırdan kente göç olarak bilinen bir başka durumu tetiklemesidir. Birçok yerde Batı’da biriken sermayenin ihtiyaç duyduğu işgücü, tarımda yavaş ama belirli bir tempoda gelişen makineleşme sonucu ortaya çıkan “artık nüfus” ve mali sermaye karşısında seçeneksiz kalan yoksul köylülük aracılığıyla sağlanmıştır.
Dolayısıyla eşitsiz ve bileşik gelişim olgusu bölge açısından geniş bir yoksul köylü tabakasının sınıfsal ve ulusal tepkilerinin birleşmesine neden olmuştur. Yani bölgenin tek başına “doğal kaynaklarının Batıya” taşınmasından fazlası vardır. Kapitalizm gelişim dinamikleri sınıfsal bağlantı noktalarını da açmakta, bölgenin çehresini de değiştirmektedir.
Bu noktada, bir önemli ayrıntıya daha değinmek gerekir. 24 Ocak kararları sonrası emperyalizmle entegrasyon açısından yeni bir faza geçen Türkiye kapitalizmi, bölgede yükselen Kürt realitesi ile karşı karşıya kalmıştır. Yoksul köylü dinamiği üzerinden gelişen Kürt hareketi, ortaya çıkan savaş ve ekonomi politik etkilerle Batıya zorunlu göç olarak bilinen süreci yaşamıştır. Sadece köy boşaltmalar ile değil, zorbalık ile değil, neoliberalizmin basıncıyla da kırsal alanlar terk edilmiştir. Bu ekonomik yıkım yoksul köylülük için geri dönüşsüz bir topraktan kopuş ile sonuçlandı.
Bu noktadan sonra da ikinci tezi ters yüz etmek gerekmektedir. Yoksul köylülüğün belirleyiciliğinin kente göç ile gerilemesi, kentlerde biriken nüfusun işçi sınıfına dahil olması ile sonuçlanmıştır. Bu noktada “işçi sınıfının Kürtleştiği” tezi ileri sürülmekte, özellikle oransal olarak “üçte bir” düzeyinde bir ağırlık oluştuğu saptaması yapılmaktadır. Türkiye’de ulusal, etnik, dinsel kimliklerin sayımı yapılmadığı, bu anlamıyla veriler bulunmadığı için verilere itiraz etmek mümkün değil. Ancak ampirik olarak Kürtlerin Batı’daki metropollere göç etmesiyle, buradaki kişilerin işçi sınıfının “güvencesiz” kesimine dahil olduğu, daha yoğun sömürü ve kötü çalışma koşullarında bulunduğu saptaması yapılmaktadır.
Bu saptamalara büyük oranda katılmak gerekir. Gerçekten de metropollerde, başta İstanbul ve İzmir olmak üzere, Kürtler başta inşaat sektörü olmak üzere, tersaneler, geçici işler, mevsimlik tarım işçiliği gibi sektörlerde istihdam edilir olmuştur. Bu sektörlerin işçi sınıfının en çok sömürüye maruz kalan sektörlerin başında geldiği de biliniyor.
Ancak bu noktada ulusal kimlikle sınıfsal pozisyonun doğrudan iç içe geçtiğini söylemek zor. Ulusal kimliğin baskın olduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Öte yandan, burada esas görülmesi gereken şeyin ise Kürtlerin de işçileşmesi olması gerekmektedir. Zira sadece metropollerde yaşayan Kürtler açısından değil, bölgede de kapitalizmin gelişimi ile imalat sektörü büyük bir sıçrama kaydetmiştir. Antep, Urfa, Adıyaman gibi şehirlerde sanayi merkezleri ortaya çıkmış, geçmiş 50 yıl ile kıyaslandığında Antep bir kenara bırakılırsa, bölgede işçi sınıfının ağırlığı artmıştır. Ancak hala bu gelişim seyri Türkiye’nin geriye kalanıyla kıyaslandığında geri bir düzeydedir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz tezin ters yüz edilmesi sadece niceliksel ölçekler ile değerlendirilmesi yetersiz olur. Bir sınıf, ancak diğer toplumsal ilişkiler ile anlamlı hale gelebilir. Nasıl ki sermaye bir toplumsal ilişkiyi temsil ediyorsa, işçi sınıfı da böyle bir toplumsal ilişkiyi temsil etmelidir. Yoksul köylülükten işçi sınıfına doğru dönüşen Kürt emekçilerini de böyle değerlendirmek gerekir. Sadece mücadeleye kattıkları “dinamizm” ve örgütlülük ile değil aynı zamanda sınıfsal konumunun belirleyiciliği açısından da “Kürtlerin işçileşmesi” dikkate alınmak zorundadır.
Buraya kadar sözünü ettiğimiz teorik çerçeve, Kürtlerin “unutulan” hikayesinin kısa bir özetini sunuyor. Elbette ayrıntılar ile zenginleşmesi gereken, ayrıntının zenginliği ile bilince çıkarılması gereken bir başlık. O yüzden sadece genel olarak tezleri ters yüz etmek ya da “görünmeyen yüzlerini” açığa çıkartmak yetmeyecektir. Bir de bu “işçileşme” hikayesinin geleceğini de anlamak gerekir.
Metropollerdeki Kürtler açısından işçi sınıfına dahil olma ya da Türkiye sermaye sınıfının bir parçası haline gelme meselesi Türkiye emekçi sınıfları açısından da oldukça önemli yanlar taşıyor. Birincisi, karşımızda yekpare olarak gelişen bir ulus-sınıf birlikteliği bulunmuyor. Yoksul köylülüğün yerini alan işçileşmiş Kürtler olduğu gibi, bir de mali sermaye ile bütünleşmiş bir burjuva sınıfı ortaya çıkmaktadır. Bu burjuva sınıfı Türkiye kapitalizmine eklemlenmiş, sadece metropollerde bulunmayan bölgeye de yayılmış, bir yeni Kürt burjuvazisi olarak ortaya çıkmıştır ve varlığı önemsenmelidir.
Bu sınıfın çıkarlarının, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları ile ne kadar uyuştuğu bir tartışma konusudur. Ancak, uyum ve çatışma diyalektiği ile ilerleyen bu gelişim dinamiğinin karşısında beliren bir işçi sınıfı gerçeği vardır. Bu işçi sınıfı gerçeği için “çatışma” burjuvazi ile ortaklık ise tüm emekçilerledir.
Öyleyse, tüm işçi sınıfı için “birlik” denilen olgu aynı zamanda bir sınıf ortaklığı ile yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu bir “Kürt-Türk emekçi ittifakı” modelinden fazlasıdır. Ortak bir sınıf çıkarları potasında yeniden şekillenen bir Türkiye işçi sınıfı, bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük mücadelesi açısından esas sıçrama noktasını oluşturacaktır. Burada Kürt emekçilerinin vereceği cevap önemlidir.
Zira Kürt emekçilerinin önlerinde ortaya çıkan bir ayrım vardır: Ortak bir sınıf kimliği ile eşit ve özgür bir ülkenin “kurucusu” olmak mı, yoksa ortak ulus kimliği ile sınıfsal sömürünün üzerinin örtülmesi mi? “Ulusal kimliğin” yok sayılması ne kadar büyük ve derin bir sınıfsal bağlamı üretiyorsa, “sınıf kimliğinin” yok sayılması da sömürü mekanizmalarını aynı şekilde perçinliyor. Burada verilecek cevap sadece Kürt emekçileri için değil tüm Türkiye işçi sınıfı için önemli olacaktır.
Bu haber en son değiştirildi 24 Mart 2025 15:45 15:45
TRT, boykot çağrısına destek verdikleri gerekçesiyle kanallarındaki dizilerde rol alan sanatçıları projelerden çıkartmaya devam ediyor.
ODTÜ öğrencileri, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınmasına karşı başlatılan eylemlerde uğradıkları şiddet ve gözaltılarla…
İBB'nin raporunda eski Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati'nin yeğeninin eşine ait şirketin 32 ihale…
TRT'de yayınlanan Teşkilat adlı dizinin başrol oyuncularından Aybüke Pusat, boykot çağrısı yaptığı gerekçesi ile dizi…
Türkiye Komünist Hareketi (TKH), bir açıklama yayımlayarak öğrencilerin başlattığı ekonomik boykota destek vererek "Korkmayın bu…
Üniversite öğrencilerinin başlattığı ekonomik boykota toplumun birçok kesiminden destek gelirken, İktidar kanadı, yandaş kannallar RTÜK…