Umut Kuruç
Türkiye yıllardır sığınmacı, göçmen ve mültecilerin geçiş noktası… İran, Irak, Afganistan, Somali gibi birçok ülkeden, son olarak da Suriye’den gelen ve Batı’ya devam etmek üzere Türkiye’de mecburen “mola veren” insanlar… Ancak Türkiye basını ve kamuoyu, dünya medyasının da ani ilgisiyle, bu gerçeğe 2 Eylül 2015’de Aylan bebeğin cansız bedeninin kıyıya vurmasıyla idrak etti.
1951 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda imzalanan ve 1954 yılında yürürlüğe giren Cenevre Sözleşmesi’ne göre ırkı, dini, sosyal bir gruba mensubiyeti, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya tehdit altında olan ve bu nedenlerle ülkesini terk edip, kaçtıkları ülkede sığınma talepleri ‘soruşturma’ aşamasında olan kişiler “sığınmacı” olarak adlandırılıyor.
Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanıyorlar. Özellikle savaşlar ve yıkımlarla birlikte zorla yerinden edilmiş, doğal afetler, kıtlık, savaş vb. felaketlerden kaçanlar da sığınmacı ve mülteci olarak değerlendiriliyor. Cenevre Sözleşmesi’ne göre mültecilik tanımı 1967 yılına kadar Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlı kaldı. 1967’de kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya ülkeleri için tanımlandı. Türkiye, bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı ve halen sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Sığınmacıların kaçtıkları ülkelere iade edilmemeleri gerekiyor. Bu koruma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddeleri olan yaşam hakkı ve işkence görmeme hakkı uyarınca düzenlenmiştir. Aynı zamanda protokolü imzalamış ülkeler bu maddeleri yerine getirmek ve sığınmacıları söz konusu hakları ihlâl edecek bir ülkeye sınır dışı etmemekle de yükümlüler.
“Göçmen” kavramı ise mülteci tanımındaki nedenler dışında, genellikle ekonomik gerekçelerle, ülkesini terk ederek başka bir ülkeye giden ve o ülkede yasal izin ile yerleşen kişi olarak geçiyor. “Kaçak göçmenler” gittikleri ülkede yasal bildirim ve izin olmaksızın yaşayanlar olarak tanımlanıyor.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 2013 verilerine göre dünyada 232 milyon göçmen bulunuyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) 2013 sonu verilerine göre ise dünyada 30 milyonu aşkın “kaçak” ve 50 milyonun üzerinde de mülteci yaşıyor. Her yıl bu rakamlara milyonlarcası ekleniyor. 30 yıl içerisinde göçmen sayısının 400 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 2013 yılsonu verilerine göre işgaller, savaşlar ve yoksulluk nedeniyle milyonlarca insanın kaçtığı ülkeler listesinin ilk sıralarında Afganistan, Suriye, Somali, Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak yer alıyor.
Sığınma, İltica ve Göç Nereden Besleniyor?
Göçün ardında yatan temel sebep, bütün timsah gözyaşlarına rağmen emperyalist kapitalist sistemin kendisi. İnsan hareketlerinin (kabaca göçün) esas olarak 1990’lardan itibaren büyük bir ivme kazandığını görüyoruz. Bu sürecin hangi tetikleyicilerle ortaya çıktığına ve beslendiğine göz attığımızda emperyalizm ve kapitalizmin ağırlığını görmek mümkün:
-SSCB’nin ve Sosyalist Avrupa Ülkelerinin dağılması
-Ekonomik koşulların hızla zorlaşması
-Savaşlar, iç çatışmalar, doğal afetler nedeniyle insanların yerlerinden edilmesi
-İş güvencesinin ortadan kalkması, istihdamın geçici hale gelmesi
Çeşitli kırılma dönemleri insan hareketlerinin artmasına neden olurken, özellikle 2008 ekonomik krizi, kaynak ülkelerdeki (kaçılan/çıkış yapılan ülkeler) ekonomik zorlukların artmasına neden oldu. Yabancı sermayenin bu durumda ilk yaptığı, maliyetleri azaltmak ve basıncı düşürmek üzere işyerlerini Avrupa’ya taşımak oldu. Böylece batı sermayesinin, en ucuz emek olan yasadışı göçmen ve insan ticareti mağdurlarına olan talebi arttı. Bununla birlikte yerlerinden edilmiş insanlar, ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarla birlikte, aile-akraba çevresinin olduğu ülkelere, esas olarak da Avrupa ve Kuzey Amerika’ya ulaşma hedefiyle yola çıkıyorlar.
Bunlara ek olarak, batılı ülkelere erişimin ve girişin yasal zorlukları, yasal yollarla seyahat ve girişin neredeyse imkânsız olması sığınmacı ve mültecileri yasadışı ve büyük hayati riskler taşıyan yollara sevk ediyor. Bu düzenek, sığınmacı, mülteci ve genel olarak göçmenleri insan kaçakçıları aracılığıyla göçe mecbur ederken, bir yandan da insan tacirlerinin eline düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Özellikle batı ülkeleri ve transit ülkelerde sınır dışı edilme riskinin ve oranının yüksekliği de yasadışı göçü, dolayısıyla insan kaçakçılığını ve ticaretini sürdürmeye olanak sağlıyor.
Bu tabloda, savaş ekonomileri ile suç ekonomilerinin kesiştiğini ve birbirini beslediğini de görüyoruz. Savaş baronlarının faaliyetlerine kaynak oluşturmak üzere suç örgütlerini yönettiği, bu suç örgütlerinin de sivil halkın yoksulluk ve çaresizliğini sömürü çarkının işlemesi için kullandığı bir gerçek. Bu da kölelik koşullarına varan zorla çalıştırma, seks köleliği ve çocuk asker anlamına geliyor.
Sermayenin Yeni Kâr Kapısı: Çağdaş Kölelik
İnsan Kaçakçılığı: ekonomik, sosyal ve siyasi nedenlerden dolayı, iş bulma veya iltica gibi istekleri olan kişilerin, illegal geçişlerini organize eden insan kaçakçılığı şebekeleri tarafından, menfaat karşılığında farklı ülkelere götürülmeleridir.
İnsan Ticareti: Kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma yoluyla veya kişinin çaresizliğinden yararlanarak kişileri kendi ülkeleri içinde bir yerden diğerine, çoğu zaman uluslararası sınırlardan geçirerek temel özgürlüklerinin ellerinden alınmasıdır. Zorla çalıştırma, seks köleliği, organ nakli/hırsızlığı insan ticareti mağdurlarının karşı karşıya kaldığı durumlardır.
İnsan ticareti ve kaçakçılığı, bütün bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda, savaş, afet, çatışma ve yoksulluk bölgelerinde başlayarak, buralardan beslenirken, sermayenin düşük maliyetli emek talebi de bir diğer belirleyici faktör oluyor.
İnsan ticareti ve kaçakçılığının Avrupa’da özellikle 1980’lerle birlikte büyüdüğünü tespit etmek mümkün. Bunun nedenlerinin başında bu ülkelerdeki refah desteği, ekonomik koşullarla birlikte kirli, zor, tehlikeli ve onur kırıcı işlere arzın iç piyasada hızla düşmesi.
Kölelik, 100 yıl önce kaldırılmış olmasına rağmen kölelik uygulamaları farklı formlarda batı ülkeleri de dâhil olmak üzere sürdürülüyor. İnsan ticareti şiddeti, ücretsiz çalıştırmayı ve iktisadi sömürüyü beraberinde getirirken, sosyal ve ekonomik olarak çağdaş kölelik anlamına geliyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2012 verilerine göre yaklaşık 21 milyon insan zorla çalıştırılıyor. Bu sayının 11.4 milyonunu kadınlar ve kız çocukları, 9.5 milyonunu ise erkekler ve oğlan çocukları oluşturuyor.
Yaklaşık 19 milyon insan, özel kişi veya kurumlarca istismar edilirken, 2 milyon kişi devlet veya isyancı güçler tarafından kullanılıyor.
Özel kişi veya kurumlar tarafından sömürülen ve istismar edilenlerin 4.5 milyonunu seks istismarına uğrayan mağdurlar oluşturuyor.
Özel sektörde zorla çalıştırma yıllık 150 milyar ABD Doları yasadışı kâr sağlıyor. Bu kârın coğrafi olarak nerelerden elde edildiğine bakacak olursak, neredeyse yarısının sanayileşmiş ülkelerden ve önemlice bir kısmının Avrupa’dan geldiğini görmek mümkün.
Ev işleri, tarım, inşaat, imalat ve eğlence sektörleri zorla çalıştırmanın en fazla olduğu alanlar.
Göçmen işçiler, insan ticareti mağdurları ve yerli halklar (indigenous people) zorla çalıştırılmaya en fazla maruz kalan kesimler oluyor.
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) raporuna göre, çoğu Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’da olmak üzere 127 ülke insan kaçakçılığı ve ticaretinin kaynağı olarak gösterilirken 98 ülkenin de transit ülke olarak kullanıldığı belirtiliyor. Mağdurların götürüldükleri yerler ise Batı Avrupa ülkeleri ve ABD. İnsan ticaretine maruz kalanların yüzde 80’ini kadınlar ve genç kızlar, yüzde 50’ye varan kesimini ise çocuklar oluşturuyor. Kadınlar genellikle seks kölesi olarak kullanılırken, erkekler maden ocaklarında, tarlalarda, tehlikeli işlerde ve merdiven altı tekstil gibi sektörlerde ve sağlıksız koşullar altında hiçbir sosyal güvenceleri olmadan köle gibi çalıştırılıyorlar. İnsanın kölelik koşullarında sömürülmesini hedefleyen bu çarkta işçilerin kaçmasına ve haklarını aramasına karşı genellikle şiddete başvuruluyor. Fiziki ve psikolojik yönden şiddete maruz kalan parasız ve kimliksiz insanlar zorla alıkonuyor. Kaçabilenler ise bulundukları yerlerde polise yakalanmamak için sığındıkları sağlıksız mekânlardan aylarca çıkmadan hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Uluslararası kaynaklarda insan ticareti ve kaçakçılığı en hızlı büyüyen yasadışı faaliyet olarak tespit edilirken, uyuşturucu kaçakçılığından sonra en yüksek kârı getiren organize suç olduğu görülüyor. Bütün bunlar, özellikle Avrupa’nın sermaye düzeninde “yasadışı” olan “suçu” ekonomik hayatın parçası haline getiriyor.
Emperyalizm Göç, Sığınma ve İltica Sorununu Çözer mi?
Yukarıda özellikle “uygar” Avrupa’ya ulaş(-tırıl-)mış çağdaş köleler dışında, ulaşamayanların akıbeti Türkiye ve dünya kamuoyu tarafından, girişte de sözünü ettiğimiz gibi, Suriyeli sığınmacılarla birlikte “keşfedildi”. Oysa Türkiye senelerdir, Akdeniz, Balkanlar ve Doğu Avrupa ile birlikte yasadışı göçün, insan ticareti ve kaçakçılığının ana transit güzergâhındaki merkezlerden biri. Sadece 2000 yılından beri tespit edilebilen, Aylan bebek gibi yüzlerce çocuk dâhil, 31.022 insan göç yollarında ya kayboldu ya da hayatını kaybetti (1).
Ancak, dünya kamuoyu ile birlikte Türkiye, Suriyeli sığınmacılar üzerinden “mülteci sorununun” farkına vararak çözülmesi için ABD ve AB’nin Suriye’ye ilişkin adım atmasını, IŞİD’den kurtulmak ve üstü örtülü de olsa Esad’ı göndermek için inisiyatif alması gerektiğini dillendirmeye başladı.
Suriye’deki “mülteci sorununa” dair sadece birkaç hatırlatma yapıp geçelim.
Ne Yapmalı, Ne Yapmamalı
Türkiye solu bu tablo karşısında emperyalizmin Afganistan’da, Irak’ta, Somali ve Sudan gibi Afrika ülkelerindeki hamleleriyle birlikte neden olduğu yoksulluğu unutmuşa benziyor… Emperyalizmin yayın araçlarınca da ortalığa dökülen “mültecileri rahat ettirme kılavuzları”, “bağış, dayanışma, destek grupları, yardım malzemeleri toplama” gibi vicdan rahatlatıcı, dayanışmacı ve fakat sadece ve sadece geçici, hedeften uzak yöntemlere başvurmanın yukarıda saydığımız bütünle top yekûn savaşmanın üstünü örttüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor.
Orta sınıf refleksleriyle sosyal medyada paylaşa paylaşa bitirilemeyen ölü çocuk fotoğrafları ve eşliğindeki beylik laflar vicdanları rahatlatıyordur elbette. Ancak, emperyalizmin insanlığa karşı işlediği suçların failleri konusunda da sol ve sosyalistler tarafından sarf edilen “Farkındayız! Hesabı sorulacak!” sloganları yetersiz ve içi boşaltılmış olarak yasak savmanın ötesine geçemiyor. Göç yollarında ölen on binlerce insana bakarken Irak, Afganistan, Suriye, Somali ve birçok ülkede katledilen yüz binlerce çocuk, kadın ve erkeği asla unutmamak gerekiyor.
Akdeniz sahillerine senelerdir vuran ölü insan bedenlerini görmeyenler ve “Suriyeli mülteci kriziyle” birlikte emperyalizmi göreve çağıranlar, “insani” gerekçelerle uluslararası müdahalenin zorunluluğundan dem vururken, Suriye’de güvenilir korunaklı bölgeler yaratılmasını ve uçuşa yasak bölge oluşturulmasını dillendirmeye başladılar bile. Libya örneği, uçuşa yasak bölgenin sadece ve sadece Esad’ı yıkmaya dönük olduğunu göstermek açısından yeterli değil mi? Hele, ılımlısından radikaline “muhaliflerin” hava kuvvetlerinin olmadığı hesaba katılacak olursa… Beş yıldır Suriye halkını teslim alamayanlar, “insaniyet namına” emperyalizmi göreve çağırıyorlar. Sosyalistlerin ve solcuların bütün bu olup biten karşısında adım atarken, emperyalizmi küçümseyen ve anti-emperyalizmi acil güncel görevler manzumesinin arkalarına iteleyen palyatif “çözümlerden” hızla uzaklaşması, Lenin’in “Kapitalizmin bugünkü aşaması bize gösteriyor ki, kapitalist gruplar arasında, dünyanın ekonomik yönden paylaşılması esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta, buna koşut ve bağlı olarak da siyasal gruplar, devletler arasında, dünyanın toprak bakımından paylaşılması, sömürge savaşı, “ekonomik önem taşıyan topraklar için savaşım” esasına dayanan birtakım ilişkiler kurulmaktadır.” (2) tespitinin geçerliliğini göz ardı etmeksizin sermaye düzeni ve emperyalizme karşı bütünlüklü mücadeleyi örgütlemeyi temel görev olarak ele alması zorunludur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist ülkelerin “uluslararası barışı koruma” gerekçesiyle kurdukları kurumlardan Milletler Cemiyeti, bir yandan galip devletlerin sömürge imparatorluklarını ve manda düzenini veri kabul ederken diğer yandan yeni saldırılara ve işgallere izin vermeyerek dünyada kolektif güvenliği sağlayacağını ilan ediyordu. İşte o günün Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler’in selefiydi…
Lenin’in Milletler Cemiyeti’ne ilişkin 1920’deki “Versailles Barışı’nı güçlendirmek, sömürge egemenliğini sürdürmek ve dünyanın dört bucağındaki kurtuluş hareketlerini ortadan kaldırma amacını güden bir örgütlenme” tespiti ile Stalin’in “(…) Milletler Cemiyeti’ne girmek isteyen kimse çekiç ile örs arasında seçim yapmak zorundadır. Ama biz, zayıf milletlerin başına inen çekiç olmak istemediğimiz gibi, kuvvetli milletlerin örsü de olmak istemiyoruz” ifadesi bugün de ziyadesiyle güncel değil mi?
Bu haber en son değiştirildi 15 Nisan 2016 11:10 11:10
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, "Geçiş yönetimine terör örgütü yaftası vurmak, 3 maymunu oynayan sızma…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Barosu hakkında "Terör örgütü propagandası" iddiası ile soruşturma başlattı.
Gazeteci Özlem Gürses, YouTube kanalında gerçekleştirdiği bir programda sarf ettiği ifadeler nedeniyle dün gözaltına alınmıştı.…
Kocaeli Adliyesi’nde bir mahkeme başkanına rüşvet teklif ettiği öne sürülen Avukat ve akademisyen Prof. Dr.…
AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı ABD'nin 47'inci başkanı…
Esenyurt Belediyesi’nin seçilmiş belediye başkanı Ahmet Özer’in yerine atanan Kayyum yönetiminin, vergi borcunu lise inşaatıyla…