RÖPORTAJ | Birleşik Haziran Hareketi konuşuyor - II

Birleşik Haziran Hareketi Türkiye Yürütmesi üyeleri, 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarını ve önümüzdeki dönemde mücadeleyi konuşuyor.

RÖPORTAJ | Birleşik Haziran Hareketi konuşuyor - II

Röportaj: Merve Bahtiyar

Seçimlerin üzerinden bir kaç haftalık bir zaman geçti ve hükümetin kurulmasına doğru gidiyoruz. Seçimlerin sıcaklığı geçtikten sonra daha soğukkanlı ve önümüzdeki dönem neler yapılacağına ilişkin daha somut konuşma imkanımız var diyerek Birleşik Haziran Haraketi (BHH) Türkiye Yürütmesi üyeleriyle konuştuk.

Üç gün sürecek röportaj dizimizde, BHH Türkiye Yürütmesi’nden Hakan Gülseven, Serpil Güvenç, Burak Yücel, Onur Balcı, Güler Ümüt, Merdan Yanardağ, Alper Taş, Aysel Tekerek ve Gamze Yücesan Özdemir’e seçim sonuçlarını nasıl değerlendirdiklerini ve bu sonuçların toplumsal mücadeleleri nasıl etkileyeceğini sorduk.

Röportaj dizimizin, dünkü ilk bölümünde Hakan Gülseven, Serpil Güvenç ve Burak Yücel sorularımızı yanıtlamıştı.

Bugünkü ikinci bölümde ise Onur Balcı, Güler Ümüt ve Merdan Yanardağ sorularımızı yanıtlıyor.

Onur Balcı: Bağımsız bir çizgi izleyerek halk direnişini temsil etme görevi ile umut yaratan Birleşik Haziran Hareketi’nin öncelikle bu açıdan kendisini gözden geçirmesi gerekecektir.

onur balci-1 Kasım seçim sonuçlarını kısaca değerlendirdiğinizde ilk tespitleriniz nelerdir?

Onur Balcı: İlk olarak, 7 Haziran 2015 seçimleriyle meclis çoğunluğunu yitiren AKP’nin Suruç, Iğdır, Dağlıca ve Ankara katliamıyla dehşete düşen, sokağa çıkma yasakları ve karşılıklı öldürmelerle birey, halk ve ulus olarak can güvenliği kaygısıyla hareket eden kitlelerin en temel varlık duygusunu güdümlemeyi ve kötüye kullanmayı başarabildiğini söylemek lazım.

Buna bir de 7 Haziran seçimleri sonucunda halktan AKP’siz bir hükümet kurma görevini alan meclisteki muhalefet partilerinin bunu becerememesinin yol açtığı “istikrarsızlaşma” ve “ekonominin bozulması” kaygısını da eklemek gerek. Ayrıca bu seçimlerde oldukça yaygın ve etkili bir şekilde kullanılan rüşvet mekanizmalarını da unutmayalım.

Sonuçta bütün bu koşulları değerlendiren Erdoğan-AKP yönetimi bir kısım seçmen için “terörle mücadelenin temsilcisi” olarak, bir kısım seçmen için “istediğini almazsa ülkeyi daha da karıştıracak” bir yönetim olarak, bir kısım seçmen için ise “ekonomik istikrarın bozulmasını önleyecek” bir tercih olarak oyunu yüzde 40’lardan yüzde 50’ler seviyesine çekmeyi başardı.

“Sözüm ona parlak seçim başarısı, olsa olsa geçici bir yanılsama ve kırılgan bir desteğe dayanıyor”

Oysa Erdoğan-AKP yönetimi, Mondros anlaşmasına benzer bir içeriğe sahip olduğu anlaşılan İncirlik anlaşmasıyla ve buna dayanarak yapılan 24 Temmuz Obama-Erdoğan darbesiyle ülkeyi siyasal, toplumsal ve ekonomik felaketlere sürükleyecek bir iktidar olarak karşımızda duruyor. Yani sözüm ona bu parlak seçim başarısı, olsa olsa geçici bir yanılsamayla kendisini destekleyen kesimlerin kırılgan desteğine dayanıyor. Ve bu başarıya dayanarak hiçbir temel hedefine doğrudan ulaşabilecek bir pozisyonu da yok. Kendi gerici hedefleri için atacağı her adımda dirençle karşılaşacak.

Sözün özü geçen raundu kendisini temsil ettiğini düşündüğü partilerin bütün ikircikli, uzlaşmacı eğilimlerine rağmen halk kazanmıştı. Bu raundu ise Erdoğan-AKP yönetimi aracılığıyla emperyalistler ve işbirlikçileri aldı. Ama maç bitmedi. Hemen önümüzdeki raunda hazırlanmamız lazım.

-AKP’ye oy vermeyenler açısından bir umutsuzluk hali olduğu söyleniyor. Bu tespite katılıyor musunuz? Seçim sonuçları geniş toplumsal kesimleri nasıl belirler?

Balcı: AKP’ye oy vermeyenlerde kısa süreli de olsa bir umutsuzluk hâli olması gayet normal. Bunda bir sorun görmemek gerek. Çünkü bütün umutlar sandıktan çıkacak kestirme ve kolay bir çözüme bağlanmıştı. Hatta 7 Haziran 2015 seçimleri sonucunda ortaya çıkan tablo bu umutları daha da arttırdı.

Ama halktan AKP’yi iktidardan indirmek için oy isteyen partiler halka verdikleri sözü tutmadılar. Dolayısıyla umutsuzluk ve hayal kırıklığı iç içe. Fakat tarihin hızlı aktığı günlerdeyiz ve seçim tartışmaları yerini çoktan başka konulara bırakmaya başladı bile. Umutsuzluk, hayal kırıklığı gibi duyguların yerini hızla öfke ve mücadeleye devam kararlılığı almaya başlayacaktır.

“Asıl düşünülmesi gereken şey, sol ve devrimci partilerdeki kafa karışıklığı ve umutsuzluk hâli”

Halkın bir kısmının tercihini değiştirerek AKP’ye oy vermesi gerçeği kadar, halkın yüzde 90’ının kararını değiştirmediği gerçeğini de unutmamak gerek. Erdoğan-AKP, elindeki tüm olanakları kullandığı, emperyalistlere ülkenin karnını açarak desteklerini sağladığı koşullarda bile halkın kuşatmasını kıramadı. Sadece ileri bir hamlesini önleyebildi. Gele gele de Mayıs Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi öncesindeki noktaya geldi.

Asıl düşünülmesi gereken şey halkta yayılan geçici umutsuzluk havası değil. Gericilik, faşizm ve emperyalizme karşı mücadeleye önderlik etmesi gereken sol ve devrimci partilerdeki kafa karışıklığı ve umutsuzluk hâli. 7 Haziran ve 1 Kasıma giden süreçte ilerici, devrimci, sosyalist çevre ve partilerin önemli bölümünde halkla birleşme ve mücadeleyi adım adım yükseltme çizgisinden çok CHP ve HDP’nin gölgesinde kalarak parlamenter yoldan kestirme ve kolay bir çözümü savunan eğilim güçlendi. Bu da halkın uzlaşmacı partilere yönelen umudunu ve daha sonrasındaki hayal kırıklığını arttırmaktan öte bir işe yaramadı.

Bağımsız bir çizgi izleyerek halk direnişini temsil etme görevi ile umut yaratan Birleşik Haziran Hareketi de ne yazık ki eleştirinin tam olarak dışında kalamadı. Somut olarak halkın bütün kesimlerine hitap eden bağımsız bir söylem geliştiremedi. İkircikli bir tutum sergiledi. Önümüzdeki günlerde, hâlâ büyük umutlar taşıyan Haziran’ın öncelikle bu açıdan kendisini gözden geçirmesi gerekecektir.

“Hep akılda tutmamız gereken gerçek emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı mücadele ettiğimiz olmalı”

Solun, ilericilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tutarlı ve halkın bütününe hitap eden bir söylem ve eylem pratiği ortaya koymasına büyük ihtiyaç var. Çünkü ABD, 24 Temmuz Obama-Erdoğan darbesiyle ülkemiz için de yürülüğe koyduğu “yaratıcı kaos” stratejisiyle, Türkiye’yi Rusya’ya karşı ileri bir karakol olarak sağlamlaştırmaya çalışıyor. Halkı bir birine düşman kesimlere bölerek çatıştırma ve kendisine bağımlı kılma yolunu izliyor. Rusya’nın Suriye’deki emperyalist istila hareketini geriletecek şekilde doğrudan silah kullanmaya başlamasıyla bozulan dengeyi yeniden kurmak için Türkiye’yi daha da köleleştirmeye çalışıyor.

Bu bağlamda Erdoğan’ın halifelik sultanlık karışımı başkanlık rejimine, yeni anayasa kurnazlığına karşı mücadele ederken, halkların birlikte barış ve kardeşlik içinde yaşaması için mücadele ederken, gerici dayatmalara karşı direnirken, vurgunculuya karşı dururken, savaş politikalarına karşı barışı savunurken hep akılda tutmamız gereken gerçek emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı mücadele ettiğimiz olmalı.

“Halk her şeye rağmen “ben mücadeleye varım” diyor”

Halk her türlü uzlaşmacılığa, kafa katışıklığına, baskı ve rüşvete, can güvenliği kaygısına düşürülmesine rağmen “ben mücadeleye varım” diyor. Bunu sadece AKP’ye oy vermeyenleri kastederek söylemiyorum. AKP’ye oy verdiği hâlde onun başkanlık ve savaş politikalarına, yoksulluk ve yolsuzluk politikalarına karşı çıkan seçmenlerinin varlığını da gören bir yerden söylüyorum.

Şimdi solun düşünmesi ve yanıt vermesi gerekiyor. Sol halkla birleşmeye ne kadar hazır? Kendi niyetlerimizden bağımsız olarak, halkın gözünde, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı net bir tutumu mu temsil ediyoruz yoksa şu ya da bu sebeple belli oranda işbirliği yapabilecek bir çizgiyi mi temsil ediyoruz? Erdoğan’ın başkanlık rejimine karşı net bir karşı çıkışı mı temsil ediyoruz yoksa bazı tavizler karşılıpında ona bu şansı tanıyacak bir belirsizlik bi çizgiyi mi temsil ediyoruz?

Tekrar söylüyorum. Bizim niyetimizden ve yazdıklarımızdan bağımsız olarak söylüyorum. Biz halkın gözünde nasıl bir çizgiyi temsil ediyoruz ve edeceğiz? Halkla birleşmeye hazır mıyız? Önümüzdeki dönemin asıl belirleyeni solun halkla ne oranda birleştiği olacaktır. Dahası; işçi sınıfının gericilik, vurgunculuk ve savaş rejimine karşı mücadeleye, Gezi de olduğu gibi yalnızca sokakta değil, fabrikada ve örgütlü olarak ne oranda katıldığı belirleyici olacaktır. Haydi yeni raunda hazırlanalım öyleyse.

Güler Ümüt: Muhalefet partileri, parti içi hesaplaşmaları arasında sıkışmışlardır

guler umit-1 Kasım seçim sonuçlarını kısaca değerlendirdiğinizde ilk tespitleriniz nelerdir?

Güler Ümüt: Demokratik olmayan bir ortamda yapılmış bir seçimin sonucu da elbette demokratik değildir. Seçim biter bitmez de bunu gösterdiler. Halkın direncini kırmak için başlattıkları ölümlere, saldırılara devam ediyorlar. Aldıkları % 49,5 oy ile ile karşı direnişi püskürttüklerini ve kazandıklarını meydanlarda haykırmaktadırlar. Yeni bir Türkiye inşa etmektedirler. Tek adama dayalı bir yönetim mevcutta zaten vardı, 1 Kasım seçimleri ile yeni anayasa değişiklikleri yaparak başkanlık sistemini meşru hale getirmeye çalışmaktadırlar.

Kendinden olmayanı daha çok daha hızlı ve sert bir şekilde tasfiye etme yoluna girmişlerdir. Kürt sorunu çözüm sürecini bölgedeki aşiret, şeyhler ve dinsel unsurlarla birlikte yapacakları sinyallerini zaten vermektedirler. Önümüzdeki süreçte direnen halka ve örgütlere saldırılar ve tutuklamalar acımasızca devam edecektir. Halkın örgütlü direnişe daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır. Haziran hareketinin örgütlülüğünü büyütmesi gerekmektedir. Alternatif tek gerçekte budur.

-Mecliste yer alan muhalefet partilerini bu süreçte nasıl değerlendirirsiniz?

Ümüt: İktidar partisi milliyetçi oyları da alarak sağın tek güçlü siyasal islamcı temsilcisi durumuna gelmiştir. 1 Kasım seçim sonucu, başta CHP ve HDP olmak üzere muhalefet partilerini parti içi hesaplaşmaya ve ayrışmalara itmiştir. Muhalefet partileri kendi iç hesaplaşmaları içinde boğulmaktadır. CHP parti için de başkanlık yarışına girmişken, MHP kendi içinde ihanet edenlerle hesaplaşırken, HDP başkanlık sistemini tartışırken AKP halk üzerinde baskısını artırmakta, ülkede yaşanan hukuksuzluklar da, Ülkenin doğu ve güneydoğusunda Silvan da, Cizre’de yaşanan katliamlar da devam etmektedir. Muhalefet partileri ülkenin yangın yerine dönmüş durumunda parti içi hesaplaşmaları arasında sıkışmışlardır.

Merdan Yanardağ: Liberalizm ve milliyetçilikle lekelenen sol, demokratizmden arınmalı ve yeniden devrimci olmanın yolunu bulmalıdır

merdan yanardag

-1 Kasım seçim sonuçlarını kısaca değerlendirdiğinizde ilk tespitleriniz nelerdir​ ?

Merdan Yanardağ: Türkiye’nin bütün demokratları ve gerçeklikten kopan kimi solcuları, AKP ve Tayyip Erdoğan’ın “zaferi” karşısında ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmış durumda.

Geniş bir çevre, sandık sonucuna saygı duymamız gerektiğini vaaz ediyor. Tayyip Erdoğan’ın gazabına uğrayan bazı kesimler bile, tam bir teslimiyet duygusu içinde, bize dönüp, “Hoşlanmasak da milli irade tecelli etti, seçim sonuçlarına saygı göstermek gerekir” diyor.

“Ortada bir “zafer”değil, tam anlamıyla siyasal bir rezalet var”

Oysa, yapılması gereken ilk şey bu seçim sonuçlarına saygı duymamaktır. Bırakın saygı duymayı, 1 Kasım seçimlerinin meşru olmadığını ilan edip, sonuçlarını reddetmektir. Dahası, bu ülkenin bütün aydınlanmacı güçlerini, cumhuriyetçilerini, demokratlarını, yurtseverlerini, solcularını, sosyalistleri bu seçim sonuçlarını reddetmeye çağırmaktır.

Ülkenin işçilerini, aydınlarını, emekçilerini ve namuslu yurttaşlarını ortaya çıkan sonucu ve bu sonucun yol açtığı siyasi tabloyu bu tabloyu değiştirmek için mücadeleye davet etmektir. Çünkü ortada adil, demokratik ve şeffaf bir seçim yarışı ve bu yarış sonunda kazanılan bir “zafer” değil, tam anlamıyla siyasal bir rezalet var.

Öncelikle belirteyim; siyaseti ve olayları yakından izleyen bir gazeteci olarak, ben 2007’den sonra yapılan (2007 dahil) bütün seçimlerde ciddi ölçekte hile yapıldığı görüşündeyim. Bu konuda elimizde ciddi veriler de bulunuyor. En kritik hilelerden biri de 7 Haziran seçimlerinden istediği sonucu alamayan AKP iktidarının, 1 Kasım’da yaptığı sahtekarlıktır.

“Ne oldu da AKP’nin oyları yüzde 9 oranında arttı?”

Sormak gerekiyor; ne oldu da 1 Kasım 2015 günü, yani 7 Haziran’dan sadece 4 ay 3 hafta sonra, 4 milyonu aşkın seçmen tutum değiştirdi de AKP’nin oyları yüzde 9 oranında arttı. Bu durumun makul bir siyasal, sosyolojik, kültürel açıklaması var mı? Seçimlerde hile yapılacağı, Cemaatin sosyal medya fenomeni Fuat Avni tarafından seçimlerden önce iki ay boyunca ısrarla gündeme getirildi. Kimse bu iddianın ciddiye alınmaması gerektiğini söyleyebilir mi? Elbette “hile” yapıldığına ilişkin suçlama ya da değerlendirme; maddi kanıtları ortaya konulana kadar bir iddia düzeyindedir. Ancak kabul edilmelidir ki, güçlü bir iddiadır ve toplumun küçümsenemeyecek bir kesimi buna inanmaktadır.

Ancak bu iddia, ne kadar güçlü olursa olsun şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü hile yapılmasa bile AKP’nin aldığı gerçek oy düzeyi hiç de az değildir. AKP’nin yüzde 35 ila 40 arasında bir seçmen kitlesinin oylarını aldığı ve bu kitleyi konsolide ettiği gerçektir. Asıl değerlendirilmesi gereken konu da budur. Bu nedenle sorunuza verdiğim yanıtı böyle bir çerçevede geliştireceğim.

“Türkiye demokratik bir ortamda seçimlere gitmedi ve adil bir yarış gerçekleşmedi”

Öncelikle saptanması gereken şudur; Türkiye demokratik bir ortamda seçimlere gitmedi ve adil bir yarış gerçekleşmedi. Öyle ki, Tayyip Erdoğan 7 Haziran seçim sonuçlarını beğenmedi diye yaklaşık 700 kişinin birkaç ay içinde öldürüldüğü, topluma korku salınarak yaratılan bir ortamında ülke seçime götürüldü. İktidar partisi ve Erdoğan, bütün toplumu açıkça tehdit etti. Suruç-Ankara katliamları ve artan şehit cenazeleri üzerinden toplum terörize edildi.

Kapitalist toplumlarda seçimlerin -son çözümlemede- eşitsizlik ve adaletsizlikleri örten bir şal işlevi gördüğünü, insanların/toplumun kendi kendisini yönettiğine ilişkin bir yanılsama yarattığını unutmamak gerekiyor. Bu nedenle yaptığımız bütün değirlendirmeleri bu gerçeği unutmadan yaptığımızı akılda tutmakta yarar var. Ancak bu durum, “son çözümlemede” böyledir. Çünkü seçimler halk nezdinde hala siyasal önemini koruyor. Dolayısıyla bir devrimci kriz ya da devrimci durum yaşanmadığı sürece, seçimler ülkelerin kaderinde önemli rol oynamaya devam ediyor.

“Sırf dindar diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kesimi oluşturuldu”

Bu nedenle, Türkiye’de seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin ne olduğuna ve nasıl değiştiğine bakmakta büyük yarar var diye düşünüyorum. Bu ülkede son 60 yıldır izlenen dinselleştirme; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin tasfiye edilmesi, sonuçta insanların sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yani insanlar sınıfsal konumlarından hareketle akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır hale getirildi. Sırf dindar diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kesimi oluşturuldu. Çünkü seçmen davranışını belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerine oy vermeye başladı. Bir tür gönüllü kulluk durumu yaratıldı.

“Ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve muhalefet bu durumu göremedi”

Diğer taraftan seçimler kaba ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik planda yapılan kavga zemininde yürütüldü. Çünkü ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve muhalefet bu durumu göremedi. Bilindiği gibi siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP, seçim kampanyasını da din, kutsal dava, milletin değerleri gibi temalar etrafında yürüttü. Saldırılarını laiklik, cumhuriyet, aydınlanmanın kazanımları gibi ideolojik ve kültürel bir alanda geliştirdi. Durum böyle olmasına karşın, CHP, muhalefet partileri ve sol ise kampanyalarını büyük ölçüde ekonomik taleplerle sınırladı. Eğitimin imam hatipleştirilmesi bile doğru düzgün tartışılamadı. AKP, bu ekonomik talepleri bir ölçüde içerince muhalefeti silahsız bıraktı.

“Sürekli geri çekilen, pasifist ve sadece “barış” çağrısı yapan bir anlayış, topluma güven veremezdi”

Diğer taraftan AKP sokağı terörize ederken, yeniden örgütlediği sokak milisleri eliyle saldırılar düzenlerken -Kırşehir örneği çok önemlidir- bunun karşısında sürekli geri çekilen, pasifist ve sadece “barış” çağrısı yapan bir anlayış, topluma güven veremezdi. Tersine bu durum korkunun yayılmasını kolaylaştırdı ve bir özgüven yıkımına yol açtı. AKP iktidarının harekete geçirdiği dinci-faşizan sürülerin karşısına sokakta kimse çıkmadı. Dolayısıyla, siyasal ve ideolojik düzeyde kavga etmeyi göze alanlar ve sokakta güç güç gösterenler toplumu sindirdi ve kazandı. Muhalefet, daha çok da CHP, AKP karşıtı büyük kitleyi kendi değerleri ekseninde birleştiremedi. CHP’nin bıraktığı boşluğu sosyalist sol da dolduramadı. HDP ise, bütün çabalarına karşın kendi dar milliyetçi taleplerini aşacak, solu ve Türkiye’yi kucaklayacak bir performans gösteremedi. Durum özetle bundan ibarettir.

merdan yanardag2

-Sizce parlamentonun bu hali toplumsal mücadeleleri tetikler mi yoksa onların önünü​ mü ​kapatır​?

Yanardağ: Topumsal mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceğini çok fazla beklemeden göreceğiz. Bence, siyasal-toplumsal mücadelenin yükseltilmesi için bütün nesnel koşullar mevcut. Eksik olan öznel koşullardır. Yani mücadele artık determinist değil voluntarist, yani iradeci bir yol izleyecektir. Bu nedenle döneme ve şartlara uygun bir örgütlenme ve siyasal program önem taşıyor. Elbette böyle bir örgütlenme ve hareketin felsefi arka planı daha büyük önem kazanıyor. Bu bakımdan, liberalizm ve milliyetçilikle lekelenen sol, öncelikle bir alan ve zihin temizliği yapmalıdır. Demokratizmden arınmalı ve yeniden devrimci olmanın yolunu bulmalıdır.

Sorunuzun diğer boyutuna gelince;

Öncelikle AKP ve Erdoğan’ın salt parlamenter yollardan iktidarı terk etmeyeceğinin ortaya çıktığın tespit etmek gerekiyor. Oluşan Meclis tablosu, insanların seçimler ve parlamentoya olan inançlarını büyük ölçüde sarstı. Ajitasyonu bu yönde derinleştirmek gerekiyor. Ortaya çıkan sonuç, toplumda önce büyük bir moral bozukluğu yarattı. Ancak bu ruh hali hızla dağılma eğilimi de gösteriyor. Durum böyle olmakla birlikte, eğer sol ve devrimciler bu durumun üzerine gitmez ve mücadeleyi yükseltmezse, bu korku duygusu ve moral bozukluğunu aşmak mümkün değildir. Öncelikle yapılması gereken şey “yenilmişlik” duygusunu kırmak ve Jose Mujica’nın kısa gözlem süresinde bile görerek işaret ettiği “umut krizi” durumunu aşmaktır.

“Dönemin nesnelliğine ve ruhuna uygun bir örgütlenmeye ve mücadele hattına ihtiyacımız var”

Mahir’den (Çayan) alacağımız bir kavramla ifade edersek eğer, deyim uygunsa mevcut parlamento ile ülkede bir “suni denge” durumu oluştu. AKP’nin toplumda yarattığı korku ve umutsuzluk iklimi, kendisini olduğundan daha güçlü gösterdiği bir tablo oluşturdu. Gerçekte ise bu partiyi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamiklerin AKP aleyhine değiştiği zayıf bir iktidar ile karşı karşıyayız.

Diğer bir ifadeyle, aslında gerilemeye başlayan, pozisyon kaybeden, dolayısıyla kendisini olduğundan daha güçlü gösteren, polis terörünü artırarak iktidarı elinde tutan bir parti ve iktidar var karşımızda. Bu anlamda 1 Kasım sonuçları AKP bakımından gerçekte bir zafere değil, bir yenilgiye işaret ediyor. Çünkü AKP rızadan çok, ancak sopayla alınan bir sonuçla iktidarı elinde tutuyor. İşte, yapılması gereken şey bu “suni denge”yi bozacak, toplumdaki korku duygusunu kıracak, muhalif kesimlerin özgüvenini yeniden büyütecek bir mücadele çizgisi izlemektir. Yani AKP’nin elindeki o sopayı kırmaktır. Bu nedenle dönemin nesnelliğine ve ruhuna uygun bir örgütlenmeye ve mücadele hattına ihtiyacımız var.

 

Birleşik Haziran Hareketi Konuşuyor I – Hakan Gülseven, Serpil Güvenç, Burak Yücel

Yarın: Birleşik Haziran Hareketi Konuşuyor III – Gamze Yücesan Özdemir, Alper Taş, Aysel Tekerek

bhh roportaj ucuncu gun gorseli