“Başkanlık” adıyla dayatılmaya çalışılan “Diktatörlük” düzeninin, hukuk güvenliğinin ortadan kaldırılarak eylemsel olarak yaşanmaya başlandığı yurdumuzda; diktatörlüğe karşı cumhuriyeti, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, emperyalizme karşı yurtseverliği, sömürüye karşı eşitliği ve faşizme karşı özgürlüğü savunan insanların uzun zamandır sormakta oldukları bir soru var: “Ne yapmalı?”
“Ne yapmalı?” sorusuna kent üzerinden yanıt üretilebilir mi?
Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel süreçte ya da kendimizi bildik bileli resmî ağızlardan hep duyduğumuz “yurdumuzun geçirdiği bu zor zamanlarda” arayış içinde olan emekçi yurttaşlarımızın da sorduğu sorudur aynı zamanda “Ne yapmalı?” sorusu.
Öncelikle, verili bir an için sorulacak “Ne yapmalı?” sorusuna verilecek yanıtların bizi “günlük çıkarlar”a götüreceğini belirtelim. Sonrasında ise diyalektik bir yaklaşımla geçmiş-gelecek ilişkisine bugün verilecek yanıtın doğru olması için “ne yapılmış da ne olmuş?” ve “ne yapılırsa ne olur?” sorularını sormak gerektiğini söyleyelim. Evreni, varoluşu ve tarihi bu yaklaşımla kavramak bizi “tarihsel çıkarlarımız” için harekete geçmek gerektiği sonucuna götürecektir.
Tam da bu noktada Marks ve Engels’e kulak vermek ve geçmiş-gelecek ilişkisini bu yönde kavramak gerekir: “Toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.”
Sınıflı toplumların; burjuvazinin ve işçi sınıfının nasıl oluştuğu konusunda Komünist Manifesto bizi yeterince aydınlatmakta, bununla da kalmayıp, sınıf mücadelelerinin hem bir nedeni hem de bir sonucu olarak da kabul edebileceğimiz “kent ve mücadele” hakkında önemli ipuçları vermektedir. Söz gelimi kent-kır ayrımı, sanayi proletaryasının kent ile kurduğu ilişki ilk akla gelen örnektir.
Sınıf mücadelelerinin çok bileşenli dinamik bir yapısı olduğundan hareketle, “Kent, sınıf mücadelesinin neresinde?” sorusunu sorduğumuzda, “kent” başlığının önemi biraz daha fazla duyumsanacaktır. Şimdi, çok bileşenli ve karmaşık yapıdaki bu bütünü inceleyebilmek için yeni kavram setleri bulmanın tersine, elimizdeki kavramlara yeni bakış açısı geliştirmeyi deneyelim ve “burjuva” ile “burjuvazi” sözcüklerinin anlamlarıyla başlayalım. Avrupa dillerinin birçoğunda, “kent” için “burg/bourg/bourge” sözcükleri kullanılmaktadır. Fransızca’dan dilimize geçen “burjuva (bourgeois)” sözcüğü ise “kentli/kentsoylu”, “burjuvazi (bourgeoisie)” sözcüğü de “kentsoylu sınıfı” anlamlarına gelmektedir. İlk ipucumuz budur. Peki, bizi bir mücadele başlığı olarak “kent” konusunu bu kadar önemsemeye iten nedir, buna değinelim.
Merkez-çeper ve sermaye-emek karşıtlığı
Kentler, oluşumlarının kaynağındaki mülkiyet ilişkileriyle birlikte, evrimsel olarak merkezden periferiye (çeperlere) doğru büyüyüp genişler. Kentlerin ve mülk sahibi / mâlik kentsoylu sınıfının (burjuvazinin) oluşumu kentlerin tarihsel oluşumlarıyla doğrudan ilişkilidir. Kentsoylu sınıf olan sermaye sınıfı; ticaret, hizmet ve sanayi işlevlerinin yanı sıra kentsel mekânın kendisinin de üretim sürecini örgütler ve böylelikle bu üretimi gerçekleştiren işçi sınıfını kendi çeperinde toplar. Meta üretimini gerçekleştiren sanayi proletaryası ise özgün bir konumdadır. Sınai üretimin gerçekleştiği mekânlar işçi sınıfının büyüdüğü ve proleterleşmenin yükseldiği mekânlar olarak karşımıza çıkar. Proleterleşme, beraberinde örgütlülüğü ve emeğin yeniden üretilmesinin yaygınlaştığı alanları da beraberinde getirir. Sanayi proletaryası ve bir bütün olarak işçi sınıfı, kentle ilişki kurarak kentlileşmeye başlar. Salt meta üretimiyle birlikte kentin kendisini bir meta-mekân üreten yapı emekçileri de sanayi proletaryası gibi ürünlerine yabancılaşarak, kentsoylu sınıfın mülkiyetindeki işlev mekânlarına ancak kullanım değeri karşılığında ve geçici bir süre için dâhil olabilirler.
Kentlerin büyümesi sürecinde merkezde konumlanan ve işçi sınıfını, artı değer elde etme sürecinde geçici süre ile kent mekânına dâhil eden burjuvazi, bu ilişki biçimini mekânsal olarak da sürdürebilmek için çeperlere baskı yaparak hem işçi sınıfını kentin dışında tutmaya devam eder, hem de kendi merkezini genişletir. Ticaret ve hizmet sektörlerinin yaygın olduğu kent merkezlerindeki yüksek yoğunluklu yapılaşma, çeperlere gittikçe azalmaya başlar. Kentler kendi merkez ve çeperlerini yarattığı gibi, her merkez ve çeper de kendi alt-merkez ve alt-çeperlerini yaratır.
Kentler, doğal sınırlarına doğru yayılarak genişlediği ölçüde, merkezden çepere ve alt-merkezlerden alt-çeperlere bu genişleme, dalgalar halinde devam eder ve eski merkezlerin dönüşümüyle başlayan süreç, eski kent çeperlerinin, yeni ve daha gelişkin olan merkezin içinde kalmasıyla sonuçlanır. Kaynağında “mülkiyet” kavramının bulunduğu bütün bu ilişki biçimleri, sermaye sınıfının yeni mülkler edinmesi ve eski kent merkezine eklemlenip mülk sahibi olmaya başlayan işçi sınıfının yeniden mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanır. Kent merkezinden gittikçe uzaklaşan sınıfın örgütlülüğü kırıldığı sürece sınıf mücadelesinde de örgütsüzleşme süreci başlar.
Planlı kentlerde, ortaya çıkabilecek ilişki biçimleri öngörülebilirken, plansız büyüyen kentlerde ise hem üretim hem de toplumsal ilişkiler öngörülebilir olmaktan çok uzaktır. Bundan dolayı çarpışmalara ve kırılmalara açık, gerilimli ilişkiler sürdürülmektedir.
Bir diğer ipucumuz da budur: “Sermaye egemenliğinin kentlerindeki her genişleme ve dönüşüm dalgası, merkezden çepere doğru ilerler ve işçi sınıfı kentin dışına itilir.”
Bugün büyük-kentlerimize baktığımızda şu çıkarımı da ekleyebiliriz: “Merkezden çepere doğru ilerleyen bu dönüşüm dalgası kamusal alanların işgaliyle, tarihi yapıların yok edilmesiyle, kıyıların ve yeşil alanların yapılaşmaya açılmasıyla ve rant ekonomisiyle sonuçlanır.” Somutlamak için İstanbul’un tarihsel gelişim sürecinin yanında “liberalizasyon” süreçlerinin radikal dönüşümlerle şiddetli olarak yaşandığı ANAP ve AKP dönemlerini göz önüne getirmek yeterli olacaktır. Turizm tesisleri, yat limanları, alışveriş merkezleri, doldurulan kıyılar, yapılan yollar…
Merkez-çeper ilişkisini kent ölçeğinden daha büyük ölçeklerde, bölge ve/veya yurt ölçeğinde ele alınca ortaya çıkan sonuçlar daha çarpıcı hale gelecektir. Yurt ölçeğinden söz edecek olduğumuzda ise, kentsel olgularda en önemli etkenler; siyasi iktidarlar, stratejiler ve bunların temelindeki ideolojiler öne çıkmaktadır.
Merkez-çeper ve sermaye-emek karşıtlıklarıyla bağdaşık olarak kent-kır, üretim-tüketim, piyasacılık-kamuculuk, bireycilik-toplumculuk, rekabetçilik-planlamacılık gibi ikili karşıtlıkların oluşturduğu ilişki ağı, kent ve mücadele ilişkisini anlamamız yönünde başat etkenlerdir. Bu başlıkları, sonraki yazımıza bırakalım ve şimdilik birkaç çıkarımla bitirelim:
1. Nasıl ki toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihiyse, toplum yaşantısının sürdüğü kentlerin tarihi de sınıf mücadeleleri tarihidir. Bundan dolayı, kentler ve kent mücadeleleri, sınıf mücadelelerinden bağımsız düşünülemez.
2. Kentler işçi sınıfının sürekli ve yeniden ürettiği, işlevlerin ve işlevlerin gerçekleştiği yapıların değişim ve kullanım değerlerine sahip meta-mekân olmanın yanı sıra, sınıf mücadelelerinin de mekânlarıdırlar. Bu nedenle kentler, sınıf mücadelesinde hem neden, hem de sonuçturlar.
3. Sermaye egemen ülkelerde üretim ve değişim araçlarını ellerinde tutan kentsoylu sınıflar, siyasi iktidarı kullanarak kendi çıkarları için yurt ve toplum çıkarlarını hiçe saymaktadırlar. Bu durum geçmişte böyle olmuştur, bugün böyledir, –yaratıcı işçi sınıfı bu tarihsel yönelimi bir devrimle tersine çevirmediği sürece– gelecekte de böyle olacaktır.
“Kent ve mücadele üzerine notlar – II” başlıklı yazımızda; kent-kır ikiliğini liberalizm-planlamacılık ayrımı temelinde ele alacağız ve ölçekleri değişse de ideolojik zeminleri değişmeyen DP, ANAP ve AKP iktidarları dönemlerindeki kentsel müdahalelere değineceğiz.