Ölüm yıldönümünde Sevgi Soysal: Sevgi Soysal ile “Yürümek”
Ölüm yıldönümünde Sevgi Soysal: Sevgi Soysal ile “Yürümek”
Selin Aksoy
Sevgi Soysal, kısacık ömrüne birini diğerinden ayıramayacağımız ölçüde kıymetli, her kitabının kendisine göre bir okuru olan önemli bir külliyat sığdırdı. Birinci baskısını 12 Mart 1971 darbesi, ’68 öğrenci hareketinin askerin müdahalesiyle ağır bir şiddetle bastırılmasından hemen önce; 1970 yılında yapan “Yürümek” adlı roman, Sevgi Soysal’ın roman türünde yazdığı ilk eser olmasının yanı sıra TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü ile de onurlandırılmasına neden oldu ve ne gariptir ki aynı zamanda “müstehcenlik” gerekçesiyle toplatılmasına da… Sevgi Soysal, ilkini 1970 yılında yazdığı bu ilk roman sonrasında, 71 darbesinin de meydana gelmesiyle tam olarak dönemini yansıtan eserler kaleme alacaktır. 1961 Anayasası sonrasında, Türkiye sol hareketinin politik anlamda en örgütlü ve sırtını halka dayayan dönemlerinden birinin yaşandığı ve bu yükselişin ağır bir şekilde bastırıldığı darbe dönemini, sürecin içinden geçen insanları, değişen kentleri, değişen insanları, değişen sol hareketi, Soysal’ın gözünden okuruz.
Elâ ve Memet isimli iki karakterin çocukluk ve gelişim çağlarının anlatımı ile başlayan roman, iki karakterin buluşmasına dek ayrı ayrı Elâ ve Memet’li bölümler ile gidip gelirken, karakterlerin Yenişehir Postanesinde karşılaşmalarıyla, iki kişinin birlikteliği ve bu birliktelik içinde yaşananların anlatımı ile devam eder. Karakterlerin çocukluktan itibaren cinsel ve sosyolojik olarak gelişimlerini, meraklarını ve birey olma süreçlerini okurken aynı zamanda ise o dönemin hem kentini (Ankara) hem taşrasını (Tirebolu) tüm doğallığı ile gözümüzde canlandırabiliriz.
Sevgi Soysal, daha ilk romanında rüştünü ispatlamış, hem olay örgüsünü sağlam kurmuş hem de karşıtlıklar ve ikilemler üzerinden “karakter” yaratmıştır. Bir yanda burjuva değerler içerisinde “kentli” olarak yetiştirilmiş Elâ, bir yanda “taşrada” ve “taşra sıkıntısı” içinde büyümüş Memet. Ancak her iki karakterin de ortak özelliği her ikisinin de (birinin kentte birinin taşrada olmasına rağmen) “iyi” ve “varlıklı” ailelerde yetiştirilmiş ve iyi bir eğitim almış olmalarıdır. Karakterlerin kendilerine ait bölümlerde, bir anlamda her ikisinin de kendilerini “iyi” yapan davranışları ve tercihleri ile hesaplaşmasını okuruz.
Devamla, bir yanda eski “Samanpazarı, diğer yanda yeni adıyla “Yenişehir” (s.22), bir yanda “aile çocukları” diğer yanda “on yaşında ilkokula başlayıp onbeşinde ayrılanlar”. (s.28) Bir yanda “kucağında bebek gibi taşıdığı keçisini suya düşürdüğü için ağlayan yaşlı Rum” diğer yanda “Somyayı Rum’un başına vuran Karadenizli Takacı”(s.133) vardır. Soysal daha sonra yazacağı kitaplarda daha belirgin bir şekilde ortaya koyduğu ve bazı eleştirmenlere göre “Yeni Gerçekçilik” ve “Yeni Roman” akımının bir örneği olan anlatım tarzı ile insanların toplumsal geçmişlerini, yozlaşmalarını, ait oldukları sınıfı, bu nedenle gördükleri muameleyi ustalıkla anlatır.
Elâ’nın Yenişehir’deki okulunun anlatıldığı kısım sınıfsal ayrımın en belirgin ve gerçekçi anlatıldığı kısımlardan biridir. Elâ, önde oturan, bitleri ayıklanmayan, öğretmenin evine temizliğe gitmeyen çocuklardandır.
“Öğretmen, elinde iki kalem, hep aynı çocukların başlarını karıştırdı, hep aynı çocuklar sıfır numara tıraş olmaya gönderildi. Ayıklandı bitler; sınıfın yaşça büyük, akılca küçük çocukları ayıklandı. Ayıklananlar arka sıralara oturdular. Önde oturan çocukların anaları daha sık gelmeye başladı okula; geldi analar gitti analar, önde oturan çocukların kazınmadı kafaları. Bazı bazı, öğleden sonraları ve hafta sonları öğretmenin evine gidip temizlik yapan çocuklar. Pazardan öğretmene alışveriş eden çocuklar, fileleri yüklenen, yüklenen, ama öğrenemeden ilkokul üçüncü sınıftan ayrılan çocuklar. Arkadaşlık edilmemesi gereken, kötü söz öğreten, oyun bilmeyen çocuklar ayıklandı. Aile çocuğu kimdir kim değildir, açıkça ayıklandı. Yenişehir’de.” (s.28)
Sevgi Soysal’ın insanları ve insanlar arasındaki eşitsizlikten kaynaklanan uçurumları anlatışı hiçbir zaman didaktik değildir, onun gerçekçiliği Elâ ile Memet’in çocukluktan ilk gençlik çağına geçişlerini anlattığı pasajların arasına iliştirdiği doğa anlatımı ile kesintiye uğrar. Bu anlamda roman, üç farklı düzlemde ilerler. Memet ve Elâ’nın hikâyelerinin arasında doğadan ve hayvanlar dünyasından kısa görüntülere yer verilir. Elâ’nın hikâyesine kedilerin hikâyesi, Memet’in hikâyesine bir porsuğun hikâyesi karışır. Bunlara Ankara’nın hikâyesi, hamamböceğinin hikâyesi, İmroz adasının hikâyesi ya da baharda açan çiçeğin hikâyesi karışır.
“Hamamböcekleri, mutfak dolaplarının bütün kuytu köşelerine yayıldılar hızla. Bütün tencerelerin, tavaların, leğenlerin kenarlarında gezindiler, ekmek tenekelerinin, musluk altlarının, dolap üstlerinin bilinmedik, yumurta bırakılmadık yerini komadılar. Kahverengi, çabuk ezilen, çabuk ölen, ama çok çabuk, anlaşılmaz bir çabuklukla çoğalan böcekler. Her türlü öldürücü tozun yanı sıra, her türlü ölümden daha çabuk çoğalan hamamböcekleri.” (s.95)
Elâ ve Memet’in en belirgin ortak yanı ise, çocukluklarının anlatıldığı ilk bölümlerde, yetiştirilirken içine sokulmaya çalışıldıkları toplumsal, sınıfsal ve ahlaki kalıplardır. İki karakter de orta sınıf ahlakının baskısını küçük yaşta içselleştirmek zorunda kalırlar ve gençliğe geçişleri de bu nedenle sancılı olur. Memet, çocukluğundan beri cinselliğe ilişkin merakını giderememiş ve bu nedenle de hayatının bir kısmını ve davranış biçimlerini bu “olmamış”lığın belirlediği bir karakterdir. Fransızca eğitim veren bir lisede okumasına rağmen içe kapanık bir karakterdir.
Romanda anlatıcı, üçüncü kişi/ yazar-anlatıcıdır. Ancak karakterlerin iç sesleri ile karakterlerin psikolojileri yansıtılır. Elâ ile Memet’in hayatını yazar-anlatıcı yönlendirir, onların hayatına belli aralıklarla müdahale eder, Elâ ve Memet’in sorgulamalarını ve değişimini gördüğümüz kısımdır bu. Bununla birlikte değişen sadece Elâ ve Memet değildir. Birey ve toplumun son elli yıl içindeki sosyo-kültürel değişimini de gösterir Soysal. Kentleşme olgusuyla birlikte kadının toplum içerisindeki yeri değişir, kadının daha fazla çalışma ve eğitim hayatına katıldığını görürüz.
Soysal’ın tüm romanlarında “kadınlar” ön planda ve açıkçası “öncelikli”dir. Bu ise toplumsal dönüşüm içerisinde yansıtılır. Elâ’nın duygusal gidip gelmeleri, olduramamaları, çevresindeki herkesi ve her şeyi gözleyip anlamaya çalışması, kendisini bir özne iken bir anda nesneye dönüştüğünü hissettiği anlar, cinsellik ile ilgili yaşadığı çelişkiler, evliliğin getirdiği “yapılacaklar manzumesi”ni tartışması ve bütün bunların hepsi ile birlikte Memet ile arasındaki uçurumu özetleyen benim için en vurucu ve en şiirsel kısımdır şu paragraf:
“Şimdi, bir keçi boğulmuşsa suda, bir an önce bir bebek gibi kollarda taşınan bir keçi, yaşlı bir adamın başına bir somya çarpmışsa, kan akmışsa, kollarında bebek gibi taşıdığı keçiyi yitiren adam aldırmıyorsa şişen, kanayan alnına, olabilecek en büyük hüzünle ağlıyorsa keçinin ardından, sabahın dördünde bunca insan doluşmuşsa kıyıya, bunca insan sabahın dördünde gelen sıradan bir geminin, sıradan yolcuların bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorsa, kapısı açık kilisenin mumları bütün bir yolculuğun yorgunluğunu unutturabiliyorsa nasıl “Ben de Karadenizliyim” denilebilir? Bu hain bir cümledir, bu sevmemektir, bu bir savaş açmaktır, sınırları kapamaktır, gümrükler almaktır.” (s.133)
Yürümek, Elâ ve Memet’in kendilerine doğru yürüyüşlerinin bir anlatımıdır. Her ne kadar sonraki romanlarında 12 Mart darbesi nedeniyle politik öznelerin ve politik gelişimlerin daha fazla yer aldığını görüyor isek de “Yürümek” romanında burjuva bireyler olarak yetiştirilmiş bu iki karakterin, kendilerine ve topluma dönük farkındalıklarına tanık oluruz.
Sevgi Soysal / Yürümek
Sayfa Sayısı: 152
Baskı Yılı: 2017
Yayınevi: İletişim Yayıncılık