Prof. Dr. İzge Günal: Akademi mücadelesi tek başına verilemez
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ), Barış Bildirisi’ne imza attıkları gerekçesiyle haklarında soruşturma açılan akademisyenler dün açığa alınmıştı. Açığa alınan 17 akademisyenden biri de DEÜ Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzge Günal oldu. Günal ile Mart ayında Düşünce ve Eylem dergisinin gerçekleştirdiği röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz: 1) Hocam öncelikle merhaba. İlk olarak yıllardır çok farklı tanımlamalar getirilerek... View Article
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ), Barış Bildirisi’ne imza attıkları gerekçesiyle haklarında soruşturma açılan akademisyenler dün açığa alınmıştı. Açığa alınan 17 akademisyenden biri de DEÜ Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzge Günal oldu.
Günal ile Mart ayında Düşünce ve Eylem dergisinin gerçekleştirdiği röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz:
1) Hocam öncelikle merhaba. İlk olarak yıllardır çok farklı tanımlamalar getirilerek tartışılan başat iki kavram ile başlamak isteriz. Akademi kavramı ve aydın kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu iki kavram ne ifade etmektedir?
Akademi ve okulun çıkış zamanı aynı. Eskiden bilgiyi insanlar birbirine aktarıyordu. İnsanların yerleşik hayata geçmesiyle bilgiler birbirleriyle çelişmeye başladı bunun sonucunda okullar kuruldu. Burada da insanlar bilgiyi toplayıp sınıflandırmaya başlamış. İşte bunları kim anlatacak sorusuna da bunları en iyi yapanlar gelsin anlatsın, bunu sistematize etsin demişler. Fakat okullar kurulunca şu fark edilmiş; okul sadece bilgi anlatmıyor, toplumu da bilinçlendiriyor ve bir gücü ifade ediyor. O günden sonra egemen güç bunu, toplumun en üst düzey bilgi üreten kurumunu elinde tutmaya çalışmış. Bunu kötü anlamda kullanmıyorum, feodal toplumda da böyle kapitalist toplumda da böyle sosyalist ülkelerde de benzer biçimdedir.
Ne zaman devlet kavramı kalkar ancak o zaman bu kavram da ortadan kalkabilir.
Akademinin tarih içinde gelişimi benzerdir. İster feodal dönemde olsun ister köleci toplumda olsun en üst düzeyde eğitim yapar. Misal Platon’un lisesi akademidir. Osmanlı’daki Darülfünun bir akademidir. Bunlar dönemin en yüksek eğitim veren yerleri. Akademinin 2 özelliği vardır: Akademi bilgi üretir ve toplumu şekillendirerek ideoloji üretir. İdeoloji üretiminden kastım ideolojilerin ayrıntılarının üretildiği yere akademi diyorum. Tarihsel bir örnek Mustafa Kemal 1923’te iktidara gelir, üniversiteye müdahalesi 1933 yılında olur. Eğer Mustafa Kemal isteseydi Darülfunun’un öğretim üyelerini bir araya toplayıp istediği gibi davrandırabilir yoksa kelleler gidebilir diyebilirdi dediğini de yapardı. Fakat birincisi, değişin demekle insanlar değişmez. İkincisi ise henüz Mustafa Kemal iktidara geldiğinde Kemalizm ideolojik ayrıntıları belli değildi. Kabaca jakoben bir ideoloji vardı ama örneğin kamu iktisadi teşebbüsleri, karma ekonomi gibi kavramlar henüz yoktu.
10 yıllık zamanda Kemalizm’in ayrıntıları ortaya çıkmasıyla müdahale başladı. Darülfünun’u kapatıp ertesi gün İstanbul Üniversitesi’ni açtılar. Günümüzde de benzer bir şey olarak AKP üniversiteye saldırısını 1-2 yıl içinde yaptı. AKP’nin 10 yıl önce ideolojisi vardı ancak yalnızca ana hatları belliydi. 4+4+4 kendi bakış açılarına göre idealdi fakat bunları hayata geçirmek için zamana ihtiyaçları vardı.
Üniversitenin kötü bir tarafı vardır egemen güç açısından; üniversite bilgi üretir. Bilgi üretmek çok tehlikeli bir durumdur. Sosyal bilimlerin bilgi üretmesinin tehlikesini kavramak zor değil, çünkü sosyal bilimlerde üretilen bilgi aynı zamanda bir ideoloji. Ama fen bilimleri açısından da durum böyle. Fen bilimlerinde doğrudan bir ideolojik çalışma üretemezsiniz ama bilimsel bir çalışma yaptığınız zaman her şeyden şüphe etmeye başlarsınız. Sonra bunun var olan yöntemlerle yanlışlığını kanıtlarsınız. Ondan sonra da eski bilgiyi literatürden silip yeni bilgiyi yerine yerleştirirsiniz. Aslında bu küçük bir devrimdir. O güne kadar kimsenin kuşku duymadığı, misal var olan şey kapitalizmdir asla bunun alternatifi olamaz böyle gelmiş böyle gidecektir ideolojisi değişimini burada yaşar. Küçük çaplı devrim yaşar bilim insanı. Bu çok tehlikeli bir şeydir çünkü insan eklektik değildir, kendi bilgi üretim sürecinde devrimci olsun fakat sonra tutucu biri olsun.
Bilgi üreten insan sorgulamaya başlar. Bu bilgi üretimi sürecine katılan öğrenciler, araştırma görevlileri de hep beraber etrafı sorgulamaya başlarlar ve bu tehlikelidir. 1945-1960 yılları arasında Nobel fizik, kimya, biyoloji, tıp, fizyoloji ödüllerini almış insanlar mesela onların biyografilerine bakılınca bunların çoğu radikal insanlardır; kendi ülkelerin komünist parti, işçi partisi üyesidir.
Akademi kavramı böyle bir şeydir. Çelişkili kavramdır; bir tara an bilgi üretiyor bir tara anda egemen ideolojiyi yeniden üretiyor, o yüzden egemen gücün ihtiyacı vardır fakat kendi yeniden üretimini desteklediği sürece.
Aydın kavramına gelince, her bilim insanı akademisyen aydındır denemez. Ancak akademideki insanların aydın olabilmesi için koşullar mevcuttur. Öncelikle dediğim gibi bilgi üretim sürecini yaşar; kaynaklara ulaşması, ülkeyi yorumlaması daha kolaydır. O yüzden bir akademisyenin aydın olma şansı sokaktaki insandan daha yüksektir ama olamayabilir de. Yani akademiye ve aydına bakarken bağlantı noktası burasıdır, bence bu açılardan bakmak gerekir.
2) Türkiye’de ve dünyada bugün birçok insan yalnızca entelektüel bir kimliğe sahip olmanın ‘’aydın’’ tanımlaması yapılırken yeter koşul olduğunu düşünüyor. Peki, belli bir kültürel birikime ya da siyasi birikime sahip olmak aydın olmak için yeterli midir?
Bilmek aydın olmak demek değildir. Aydın kavramını en güzel Enis Batur tanımlar: “Aydın başka türlü yapmak elinden gelmeyen kişidir.” Yani aydın demek bir şeyi çok bilmek değildir. Bir şeyi çok okursan çok fazla bilebilirsin. Bir şeyi çok bilmek onu sorgulama şansı verdiği için bir anlamda avantajdır ama aydın olmak anlamına gelmez. Aydın olanın aynı zamanda kir yürütebilmesi, yol gösterebilmesi, var olan bilgisini toplum için kullanabilmesi lazım. Bu yüzden de aydın insan kirleri sorgulayacak durumda olmalıdır. Bu sebeple, her entelektüel kişi aydın değildir.
Mesela Celal Şengör. Sadece yer bilimleri açısından değil, birçok konuda bilgili olduğunu görürsünüz ancak geldiği nokta, ürettiği çözümler artık onun aydın kişi olmasını engelliyor çünkü bulduğu çözümler ya da geldiği nokta toplumsal düzenin devamından yanadır. Aydın olan kişi değiştirici olan kişidir, durağanlığı sevmeyendir. Bence aydın olmakla bilmek arasındaki fark o. Yalnız şunu unutmamak lazım, aydın olmak için bilmek de gerekiyor. Bilmek tek başına aydın olmak demek değil çünkü çözüm üretmiyorsun. Ama tek başına çözüm ürettim diye ortaya çıkarsan ve bilgi eksikliğin varsa bu da aydın olduğun anlamına gelmiyor. Aydın olmak, bilmekle çözüm üretiminin iyi bir bileşimini yakalama durumudur.
3) Aydınların tarafı olur mu? Yoksa aydın kimliği her düşünceye ve fikre genel bir yaklaşım sunmayı mı gerektirir?
Aydınların net bir şekilde tarafı olur. Ne demiştik; aydın olmak için bilmek yetmez, çözüm üretmek lazım. Aydın kişi eğer bu tanımı aldıysa kendisi gibi çözümü görenlerle aynı yönde durmalıdır. Her akademisyen ya da aydın muhakkak örgütlü olmalıdır. Çünkü kendi ürettiği şeyi paylaşılmasının ve başka bir yere aktarmasının en iyi koşulu örgütlü mücadele içinde olmasıdır.
4) Üniversitelerde akademik mücadele konusunda ne düşünüyorsunuz?
Üniversitede yapacağınız akademik mücadele kesinlikle bilgi üretim süreciyle beraber gitmelidir. Üniversitedeki mücadeleyi bilgiyi üreten insanlar yapmalı. Hasbel kader üniversitede yer almış ama gerçekten bilgi üretmeyip kendisini politik olarak tanımlayan, sadece çözüm üreten birçok insan var. Bugün Türkiye solunun bir kısmı tam da bu noktaya yerleştirilebilir. Akademinin içindedir ama akademik anlamda kendi çalıştığı alanda hiç bir bilgi üretmeyip sadece politik demeçler veriyordur ya da bu gibi şeylerin içerisinde yer alıyordur. O yüzden akademik mücadele eğer kalıcı olacaksa, günlük kazanımlara gitmeyecekse bunun bileşenlerinin başında akademide yer alanların bilgi üreten kişiler olması lazım. Bilgi üretmeyen bir kişi ancak buna destek olabilir.
Yalnız akademi mücadelesi enteresan bir mücadeledir. Tek başına akademisyenlerin mücadelesi bir işe yaramaz. Üniversite tek başına akademi değil. İki önemli bileşen var; öğrenciler ve akademi çalışanları. Şimdi bunların ayrı ayrı mücadele etmesi asla sorunu çözmez. Akademisyen üniversitenin kalıcı kadrosudur, ilk başta vardır sonuna kadar da bilinçli olur. Fakat akademisyenin çeşitli nedenlerle ki yaş da buna dâhildir, hareket yeteneği zayıftır. Bir yandan da orada 4-6 yıl kalsa da üniversitenin öğrenci denen bileşeni var ve gençliğinden kaynaklı belli bir hareket ve aksiyon potansiyeli vardır.
Mesela akademisyen hareketi ile öğrenci hareketinin bir şekilde birleşmesi lazım fakat bu da yetmez. Bu tip hareketlerin olduğu örgütlenmeler de oldu ama bunların sınıfsal karakterleri eksik kaldı, yani akademik mücadelenin içinde sınıfsal mücadelenin desteklenmesi lazım. Bunun da en iyi yolu akademinin diğer çalışanlarıdır, yani memuru, işçisi… Bunların ayrı ayrı mücadelesi çok işe yaramaz. Öğrenci mücadelesine tek başına bakıldığı zaman ciddi bir birikim eksikliği var. Sınıfsal konum burada söz konusu, genellikle küçük burjuva hareketleri düzeyinde kalıyor. Sendika mücadelesi adı altında işçinin, memurun yaptığı mücadelede tek başına yeterli olmuyor. Şu yüzden yeterli olmuyor; bunun gençlik mücadelesi eksik kalıyor. Bu durumların birbiriyle birleşmesi lazım. Birleşik derken organik bir birleşmeye ihtiyacı var. Tek tek mücadele olmaz.
5) Son KHK’lar ile beraber solda duran, muhalif akademisyenler de cemaat operasyonları sürecine dahil edilip okullarından uzaklaştırıldı. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Kabul edilemez. Cemaat dışında kalan 80 akademisyen neyle suçlandığını bilmeden KHK’lar ile atıldı. Atılanların neredeyse hepsi Barış İçin Akademisyenler imzacısı, ben de bunlardan biriyim.
Burada işin kötü olan tarafı bugün üniversitede mücadelenin Barış İçin Akademisyenler’e kalmış olmasıdır. Şöyle ki Barış İçin Akademisyenler’in parçası değilim, ama metinlerine imza attım. Zaten aktivist olduğunu düşünmediğim 2000 küsur imzacı oldu. Barış İçin Akademisyenler’i açık bir şekilde liberal buluyorum. Barış İçin Akademisyenler imzacılarının önemli bir kısmı yetmez ama evetçiler, türbana evet diyenler, Said-i Nursi toplantısı yapıp Medine Sözleşmesi’ni vaaz eden siyasi hareketlere yakın olan kişiler.
Ancak bu bir şey ifade etmez; beraber hareket etmek ayrı bir şeydir, bunlara karşı durmak ayrıdır. Benim düşüncem bu Barış İçin Akademisyenlerin bir kısmı dağıtılacak. Fakat bu süreç devam edecek olursa bu grupla sınırlı kalmayacağı düşüncesindeyim. Diğer muhalif olan kesimleri şu ya da bu nedenle imza atmamış çok sayıda akademisyeni de kapsayacağını düşünüyorum.
AKP 14 yıl önce iktidara geldiğinde akademi ile pek problemi yoktu, çünkü akademiyi ele geçirip yapacağı bir şey yoktu. Şimdi ideolojisinin ayrıntısı belli, dinci gericilik tavan yapmış durumda. Her gün yeni bir şey oluyor fakat akademi bu anlamda AKP’ye ayak uyduramıyor ya da Türkiye’deki köklü eğitim kurumları asla ve asla şeriat propagandası yapmıyorlar. Bu anlamda dinci gerici ideolojinin yeniden üretildiği yerler değiller, yani tam anlamıyla teslim olunmuş değil. Sanırım burada akademisyenleri atarak hem gözdağı vermek hem üniversiteleri ele geçirmek için yeni bir operasyon başladı. Tabi bundan sonra nasıl devam eder bilemeyiz ancak burada kötü olan mücadelenin Barış İçin Akademisyenler’e kalmış olması. Şu sakın yanlış anlaşılmasın, ben de imza atanlardan biriyim ve atılan çoğu akademisyenle de görüştüm. Onlarla dayanışma içinde olmak gerekiyor çünkü olacak iş değil, sadece akademi değil daha da geniş bakabilirsiniz, insanların işine son veriliyor ve net bir suçlama yok.Sadece listede adını görüyorsunuz. Ayrıca basit bir hukuk kuralıdır göstermelik de olsa bir savunma alınır, bu bile yapılmıyor. Bu akademisyenlerin hepsi mutlaka geri dönecektir fakat bu arada çektikleri sıkıntı olacaktır.
Tasfiyelerde tasfiye eden grup karlı çıkar. Herkes geri dönecek, hiç bir kuşkum yok fakat süre uzadıkça insanlar kendine yeni yaşam kurmaya başlar. Sonuçta geçim kaynağı yok, başka bir iş peşinde koşacak. Bulduğu işten sonra herkes aynı biçimde geri dönmüyor çünkü artık başka bir yaşam kurulmuş oluyor.2006 yılında DEÜ’de 200 kişiyi işten atmışlardı, geri dönemediler. Sendikalı olmak yüzünden işten atılmışlardı. Sonra yönetim değişti, 4 yıl sonra bunları geri almaya başladılar. Kimisi yeni iş bulmuş kimisi şehir değiştirmiş. Gelin dendiğinde hepsi geri dönemediler. Tasfiyeciler tasfiye olduktan sonra tekrar bunları çağırdığınız zaman herkes geri dönemez, bir kısmı tasfiye edilmiş olarak kalır.
6) Güncel bir konudan devam edelim. Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan seçim sonucu Gülay Barbarosoğlu oyların yüzde 86’sını aldı. Buna rağmen Cumhurbaşkanı aday dahi olmayan AKP Milletvekili ve MKYK Üyesi Prof. Emine Nur Günay’ın kardeşi Prof. Dr. Mehmed Özkan’ı atadı. Daha sonrasında Boğaziçi Üniversitesi’nin “seçilmiş rektör adayı” Barbarosoğlu, üniversite personeli ve öğrencilere iki duygulu e-posta göndererek seçime dahi girmemiş yeni rektörü kutladı ve çekildi. Bu örnek üzerinden ‘’Akademik’’ kaygıların aydın kimliğinin önüne geçebileceğini görüyor muyuz, bu meseleye dair ne söylemek isterseniz?
Gülay Barbarosoğlu son dönemde iyi bir performans gösterdi, özellikle Barış İçin Akademisyenler imzacıları tutuklandıklarında savcı ile konuşup bunların serbest bırakılmasını istedi. Gülay Barbarosoğlu aslında liberal bir insandır, Boğaziçi Üniversitesi’nin genelinde böyle bir eğilim vardır.
Birincisi, seçim enteresan bir seçim sistemiydi. Aslında biz üniversitelerde seçim sistemi ile rektör seçmiyoruz, kimlerin olmayacağını belirliyoruz. Önce birileri aday oluyor, sonra bir seçim yapılıyor ve oylama yapılıyor. İlk altıya girenler YÖK’e yollanıyor, YÖK tarafından 3’e indiriliyor ve cumhurbaşkanı bir tanesini seçiyor. İlk altıya girmek çok kolay iş. Birçok yerde naylon adaylarla ilk altıya girilir, bazen dört tane aday çıkar ve YÖK altı aday istediğinden 2 kişi de birer oyla ilk altıya girerdi. Aslında seçim falan yoktu gerçek anlamıyla fakat o kadar ilerlediler ki bu seçimmiş gibi olan şey bile rahatsız etmeye başladı. Bu seçim sonuçlarını, eski sistemdeki seçim sonuçlarını fetiş haline getirmemek lazım. Yeni rektör olan kişi seçime girseydi de altıncı olsaydı da bu atansaydı aman ne kadar da güzel mi diyecektik? Demeyecektik tabi. Seçime giren herkes apriori olarak bu sistemi kabul etmiş demektir.
Bir tek şunu beyan edenlerle yapanlar doğru hareket etmişlerdir: Ben birinci olmazsam, en çok oyu almazsam çekileceğim. Bunu bir tek Raşit Tükel yaptı İstanbul’da. Raşit Tükel bir önceki seçimde ikinci olmuştu ve çekilmişti. Seçim işini şu haliyle fetiş haline getirmemek lazım, sadece ilk altıya giremeyenleri belirlemiş oluyorsun. Peki, böyle bir seçim sisteminde 1.olanın atanmasını mı sağlamak lazım? Aslında ondan da çok emin değilim. Çünkü seçim sistemi içerisinde üniversitenin diğer bileşenleri yok, yani öğrenci ve çalışanlar oy vermiyor. Öğrencinin de oy kullanması lazım, oy kullanması adayı tanıması açısından değil, adayların öğrenciyi düşünmeye zorlanması açısından önemlidir.
İkinci olarak, beni rektörün kim olduğu ilgilendiriyorsa diğer çalışanları da ilgilendiriyor. O yüzden ortada varlık nedenim bunlardır, bunlara bir borç ödemeliyim şeklindeki yabancılaşmayı gerektirmez. Öğrenci ile iletişimde ortaya çıkan bilimsel sorunlar en iyi hipotez oluşturma kaynaklarından birisidir. Konuya tam hâkim olmayan ama konuyu öğrenmek isteyen birisi ile yaptığınız konuşmadaki masumane sorular büyük bilimsel çalışmaların başlangıç noktasını oluşturur. Öğrenci de bilimin paradigmaları ile sınırlandırılmamıştır ve muhteşem iyi sorular çıkarır, muhteşem iyi sorular da bir sonraki çalışmanın kaynağıdır.
Sonuç olarak yabancılaşma kötü bir kavramdır. İnsanın bir şeye, doğaya, kendine yabancılaşması kötü bir şeydir ancak pratik anlamda böyle bir şey mümkün değildir. Olmaması gereken hiyerarşik ilişki söz konusu. Hiyerarşinin olduğu başka bir takım yerler vardır tabii ki bir ders anlatırken belli bir hiyerarşi yaratır ama ders bittiği anda bu hiyerarşi ortadan kalkmıştır. Dünyada ilk üniversitenin Bologna Üniversitesi olduğu söylenir. İtalya’da Bologna Üniversitesi’nde ve zamanındaki üniversitelerde rektör öğrencilerden olurdu. Öğrenciler toplanır ve rektör seçerdi. Bu da değiştirildi. Biz rektör akademisyen olacak diye bir şey üzerinden gidiyoruz ama gerektiğinde öğrencinin de rektör olabileceği gerçektir ve böyle zamanlar da yaşanmıştır. Belki de deminki soruyla bağlantılı olarak seçim sistemi içerisinde öğrenci ve çalışanlar yer alsa, hatta seçim sistemi içerisinde değil var olan kurumların hepsinde öğrenci ve çalışan temsiliyeti söz konusu olsa yani fakülte kurulları vs. akla gelebilecek her türlü idari mekanizmayı kastediyorum, o zaman zaten böyle bir yabancılaşma olamaz. O zaman hiyerarşi iyi bir şeydir egemen güç açısından.70 bin kişilik üniversiteyi düşünün mesela burayı yönetmek sıkıntılı bir iş olabilir ama zaten bunlar kendi hiyerarşilerini kendilerine kurdularsa o zaman sadece üniversitenin başını yöneterek tüm üniversiteyi sen yönetmiş olursun.
2006 yılının haziran ayında sadece sendikaya üye olduğu için bir sabah 210 işçinin işine son verdiler. Bunlar bir takım numaralar yaptıkları için kıdem tazminatı da birikmez işçilerin. İnsanlar bir sabah geldiler ve atıldıklarını öğrendiler. Kimileri de işçilerin bazılarına siz bu işten vazgeçin diye teklifte bulundular. Bu sürece girenler zaten bunu kabul etmiştir. O zaman buna uymak durumundadır. Beni bu yüzden 2. veya 3.nün atanması pek rahatsız etmiyor ama burada bir tavır gösterdiler. Bugün devlet ilk altıya girenlerden kendisine uygun bir aday bulamaz mıydı bulurdu. 2.sıradaki veya 5. sıradaki olurdu o zaman tepkiler olmayacak mıydı? Çünkü zaten yine yaptıracağını yaptırırdı, yaptıramadığında da YÖK onu alırdı görevden. Bence burada esas karşı çıkılan şey yaptığınız göstermelik seçimi de tanımıyorum bunların dışında birini atıyorum tavrı. İktidarın akademiye tavrı önemlidir. Atmalarla akademinin seçmediği kişiyi atamak aynı şeydir.
7) Akademik bir unvana ya da aydın kimliğine sahip olmak üniversiteye, çalıştığı alana, öğrencilere, buralarda görev yapan emekçilere yabancılaşmayı getirir mi?
Mevcut durumu soruyorsan eğer getiriyor ama olağan koşullarda getirmemesi lazım. Bilimsel araştırma dersleri veriyorum, derslerde anlattığım şeylerden biri şudur: İyi bir bilimsel araştırma yapmak istiyorsanız önce hipoteziniz nereden geliyor bunu tespit edin. Eğer bu hipoteziniz hayatın içinden çıktıysa iyi bir başlangıç noktasındadır. Yaşam derken kast ettiğim sadece biyolojik yaşam değil, sosyal yaşamı da kastediyorum. O yüzden bir kere akademisyenin bir biçimde yaşamdan korkmaması gerekiyor. Akademik yaşamda öğrenci ve çalışanların bulunduğu ortamdan geçiyorsa buna yabancılaşması, buradan ayrı düşmesi düşünülemez bile.
İyi bir bilimsel çalışma birçok insanın bir arada çalışmasına bağlıdır. Bir bilimsel çalışmaya girdiğiniz zaman burada çok fazla kişinin emeği var, çalışanların emeği de bu işin bir parçasıdır. Sizin kütüphanedeki işlevinizden buradaki bilgisayarın düzgün çalışmasına ve verileri toplamanıza kadar bunların altında görülmeyen bir emek vardır. Bu emeği başka bir unvanı olan öğretim üyesi değil oranın işçileri ve memurları verir. Öğrenci de şu açıdan önemlidir; bu kurumlar öğrenci olduğu için kurulmuştur. Yani bugün bir öğrenci olmasa DEÜ olmaz, DEÜ olmazsa ben de olmam, bana gerek de olmaz. Zaten varlık nedenim buradaki öğrenci. Ama bu sadece benim demokrat olduğumu dile getiriyorlar. O ekip şu anda yine üniversite yönetiminde.
Bunlar insanları attılar. Karı-kocayı işten attılar, ertesi sabah bunlar çocuklarını okula gönderemediler. Aslında ertesi sabah yiyecek yemekleri yoktu zaten. 6 gün sonra evin kirasını ödeyemeyecek durumdaydılar korkunç bir olaydı. Bir tanesi mesela sonuçta bunalıma girdi ve intihar etti. Aslında intihar değil bir cinayetti, failleri ortada. Bu kişiler atılınca hastane önünde insanlar eylem yapmaya başladılar. Sabahtan akşama kadar eylem yapıyorlar hastane rutinini engellemiyorlar, öğlenleri de etkinlik oluyordu orada. Bir gün siyasi parti geliyor yemeklerini getiriyor, bir gün tiyatro topluluğu geliyor. Sadece İzmir ile de sınırlı kalmayıp Türkiye’nin her yerinden geliyorlardı. Ben de o zaman Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD) başkanıydım, imza topluyorduk. 4 bin civarı imza toplandı. Ben de bu imzaları rektöre vermek için rektörden randevu talep ettim hatta dernek adına daha yakın birileri talep etti ÜKD olarak. Aradan 20 güne yakın zaman geçti rektörden yanıt yok. Genelde bir öğretim üyesine çok hızlı bir yanıt verilirdi. 3 gün içinde görüşürsün rektör fiziki olarak yurt dışındadır, burada değildir ancak öyle uzar süre. Rektörle aynı koridoru paylaşıyoruz, adamı görüyorum. Özel hasta bakıyor para karşılığında. Madem benimle görüşmüyor ben de gittim ÜKD adına. Başka birisi olsaydı o da yapacaktı bunu. Ben de parasını yatırdım 90 liraydı hala hatırlarım, özel muayene randevusu istedim. İsim, hasta Prof. Dr. İzge Günal diye geldi. Sekretere gidip fişimi verdim, sıram gelince ben odamdayım beni çağır dedim. Bir gariplik olduğunu anladım. Dekan geldi, başhekim geldi, girdiler çıktılar olağan dışı bir şey seziyorlar ama basiretleri bağlandı sanırım. Bugün bakan geldi sizi başka birine yönlendirsek olur dediler ama bir süre sonra sekreter, hocam sıranız geldi dedi. Ben de içeri girdim durumu anlattım. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her hastanın 20 dakikası olduğunu, parasını verdiğimi, bunu kullanacağımı söyledim ancak 10 dakikası yeterli oldu. İnsanların haklarının verilmesi gerektiğinden bahsettim. Ben çıktım basın oradaydı, bu durum basına yansıdı.
Bence bu insanlar için çok da iyi bir şey oldu. Trajikomiktir ama 200 işçi sol basın dışında 15 kere haber olduysa bizim bu eylemimizin sonucunda 5 katına çıktı. Sonra bir hata daha yaptılar ve beni üniversiteden attılar. Böyle olunca haber sayıları çoğaldı falan. Sonra da mahkemeyi kazandım. Tabi o dönem YÖK üyesi olan Türkan Saylan hocanın gayretleriyle falan geri döndüm.
8) Yıllardır üniversite mücadelesinde yer alan bir kişi olarak, demokratik ve özerk üniversite tanımlaması ve mücadelesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
İlk olarak özerk kavramını dikkatli kullanmak lazım. Egemen güçler genelde soldan aldıkları şeyleri kendileri kullanmaya başlar. Özerklik mücadelesi bir zamanlar önemli bir mücadeleydi, şimdi gericiliğin ağzında. Özerklik deyince adamların aklına mali özerklik geliyor. Sen özerksin kendi paranı kendin kazan diyip saçma sapan bir şekilde üniversiteyi piyasaya açan bir durum söz konusu hale geliyor. Bunun özellikle vurgulanması gerekiyor.
Üniversite piyasaya açılmamalı, üniversite tümüyle her şeyi kar için yapmamalı. Zarar etmek için üniversite vardır. Maddi açıdan zarar eder ama bilimsel açıdan çok şey kazanır.
İkinci olarak, demokrasi kavramı türban için özgürlük kampanyası halini almaya başladı. O yüzden demokratik/özerk üniversite beni açıklamaya iten bir kavram. Özellikle kullanmamaya çalışıyorum. Şöyle söyleyebilirim üniversitede verilen mücadeleye bugün demokratik üniversite mücadelesi yerine bilimsel üniversite mücadelesi demek daha doğru geliyor. Mesela türban konusu, bu bir özgürlük konusu falan değildir. Özgürlük diye bu anlaşıldığı için örnek veriyorum çünkü üniversite bilgi üretir, temel işlevi budur ve bilimin zıttı dindir. Bu yüzden herhangi bir siyasi özne olduğu için değil sadece bilim karşıtı bir görüntü olduğu için üniversitenin içerisinde türbanın ve dini kavramaların olmaması gerekir. Bu açıdan demokratik özerkliğin demokrasi kavramı sulandırılıp başa bir şeye çekildiğini ve özerkliğin anlamının da mali özerklik olduğunu belirtelim. Biri din için özerklik oldu diğeri piyasa için özerklik olmaya başladı, bence bilimsel kamucu üniversite kavramı çok daha iyi olacaktır.