Tam bir hafta öncesi, 5 Mart, Stalin’in ölüm yıldönümüydü. Ne zaman Stalin’le ilgili bir bahis geçse aklıma bir fıkra gelir. Kim anlattı, ne zaman anlattı hatırlamıyorum, ama belleğimden silinmeyen fıkralardan biridir.
Trotskiy, henüz Sovyetler Birliği’nde olduğu ve Stalin’e karşı muhalefeti örgütlediği zamanlarda, gece evine dönerken yolu üzerindeki raylara takılıp düşmüş. Evine ulaşıp masasının başına oturmuş ve yazmaya başlamış: “Bugün bürokrasinin bir engeline daha takıldım…”
Mizah bir yana, gerçekte de durum pek farklı değil. Mahlasını “kalem” seçen Trotskiy aklının ve enerjisinin önemlice bir bölümünü, mahlasını “çelik”ten alan, Stalin’le ve Stalin’in temsil ettiği değerlerle uğraşarak harcamış. Örneğin Trotskiy’nin öldürülmeden hemen önce yazdığı son satırlar bile Stalin’le ilgili. Yalçın Küçük’ün aktarımıyla (*) şöyle yazmış Trotskiy:
“Bu açıdan Stalin son derece istisnai bir fenomendir. Ne bir düşünür, ne bir yazar, ne de bir hatiptir. İktidarı, kütleler, Kızıl Meydan’daki zafer geçitlerinde O’nun kişiliğini diğerlerinden ayırtetmeyi öğrenmeden önce aldı. (…) iktidara, kişisel yeteneklerinin yardımıyla değil gayri şahsi bir makina aracılığıyla sahip oldu. Ve makinayı kendisi yaratmadı, fakat makine kendisini yarattı. Bu makina, gücü ve otoritesiyle, kendisi de düşüncelerden doğmuş olan Bolşevik Parti’nin uzun ve kahramanlık dolu mücadelesinin ürünüydü.”
Stalin’le ilgili söylenmiş en gerçek, en doğru sözlerden birini söylüyor son cümlede Trotskiy ve tam da bu gerçeği kabullenmediğinden ya da kendisinin bu gerçek karşısındaki pozisyonunun farkında olmadığından ya da işine gelmediğinden yazdıklarıyla çelişerek devam ediyor:
“Stalin makinayı yaratmadı, sahip oldu. Bunun için, istisnai ve özel nitelikler gerekli idi. Ancak bunlar tarihsel bir öncünün, düşünürün, yazarın veya hatibin yetenekleri değildi. Makina düşüncelerden doğup büyümüştü. Stalin’in birinci niteliği, düşünceleri hakir görmesiydi. Düşünce…”.
Trotskiy bu cümleyi tamamlayamadı, Meksika’da, Ramon Mercader’in saldırısıyla yaralandı ve ertesi gün öldü. Öldürülmeden önceki günlerde 4.Enternasyonal’in örgütlenmesine yoğunlaşmıştı ve işçi, köylü ve askerlerin Stalin yönetimine karşı ayaklanması çağrıları yapıyordu.
Trotskiy’nin herhalde hiç hazzetmediği ve imkanı olsa yok edeceği durumlardan başta geleni kendisinin hep Stalin’le birlikte anılması olurdu. Fakat, bu durumun yöntemsel olarak bazı avantajlar sağladığını belirtmek gerek. Kişiler, olaylar ya da olgular karşıtlarıyla ya da mücadele ettikleriyle birlikte değerlendirildiklerinde daha çözümleyici sonuçlara ulaşılabiliyor. Stalin’le ilgili bir değerlendirmeye Trotskiy’le başlamanın mantığı da burada yatıyor zaten, yoksa Trotskiy’i, ardıllarını ya da bugün nerede, ne durumda olduklarını tartışmak gibi bir niyetimiz yok.
Yukarıdaki satırlara dönelim. Trotskiy, Stalin’i “Bolşevik Partisi’nin uzun ve kahramanlık dolu mücadelesinin ürünü” olarak değerlendiriyor. Bolşevik Parti’nin “düşüncelerden doğması” ve “Stalin’in düşünceleri hakir görmesi” vurgularının pek de bir önemi yok; bunları söylemese Trotskiy’nin kendi pozisyonunu açıklaması mümkün olmaz çünkü.
Stalin’se, evet, Parti’nin, Parti’nin mücadelesinin ürünü. Daha geniş bir perspektifle söylersek, bir bütün olarak Rus devrimci hareketinin ve gelişen işçi sınıfı mücadelesinin bir ürünü. En kritik noktayı işaret ederek söylersek, işçi sınıfının Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleştirdiği ve burjuvazinin en büyük korkusu olan Ekim Devrimi’nin ve sosyalist ülkenin ürünü. Ama tüm bu tanımlar bu halleriyle eksikli kalır. Çünkü, Stalin, aynı zamanda tüm bu mücadelelerin organik bir parçası ve yönlendirici öznelerinden bir tanesidir.
Doğru, anlaşılabilir ve sonucu itibariyle tarafsız kalınamaz bir Stalin değerlendirmesinin zemini burası olmalıdır. Aksi taktirde, 20.yüzyılın en büyük devrimcilerinden birinin değerlendirmesi Soğuk Savaş döneminin incelikle işlenmiş kara propagandası ve bunlara üretilen yanıtlar arasına sıkışıp kalır. Bırakın burjuva kalemşörleri, kendini solda sayan bazı aklıevveller bile Stalin’in papaz okulunda okumasından dem vurmaya başlar, Fransız Devrimi’nin giyotinini -belki Avrupalı, kentli ve imgesel bulduklarından- heyecanla karşılayıp Rus kulaklarının kolektif çiftlikleri sabote etmelerine müdahale edilmesini kabul edilemez şiddet olarak görürler…. vs. vs.
Bağlam doğru yerden kurulmalıdır. Bu yapıldığında Stalin’in sergilediği pratik kabalaştırmalardan kurtulup görülür ve anlaşılır hale gelecektir. Ana noktalar bellidir: Parti, sosyalist ülkenin kurulması, sosyalist ülkenin korunması ve bunlarla ilgili her şeyi etkileyen irade, tutku, sahiplenme, reel ve esnek bir kavrayış ve uygulama. Böylesi bir bağlam, oluşmuş/oluşturulmuş ve özellikle son yıllarda biraz da kendi haline bırakılmış olan ve sırf bu yüzden doğruymuş gibi kabul edilen Stalin imajını da yenileyecek, daha geniş bir bakışı yaratacaktır.
Böyle olunca, örneğin, Stalin’in (ve Bolşevikler’in) çelik disiplininin idari ve katı bir kurallar bütünüyle değil de, Parti’nin sınıf içerisindeki örgütlülüğü, mücadeledeki sürekliliği ve iktidar için verilen kavgayla ilgili olduğu, yani teknik değil, pratik ve siyasal bir öz taşıdığı daha iyi kavranabilir. Ya da bırakın kendine muhalefet edenleri, Bolşevik Parti’deki yoldaşlarına bile astığı astık, kestiği kestik şekilde davrandığı kabul edilen Stalin’in, bırakın Bolşevik Parti’deki yoldaşlarını kendine muhalefet edenlere bile dünya tarihinde hiçbir dönemde ve hiçbir ülkede görülmeyecek kadar uzun süre müdahalede bulunmadığı, müdahalenin Sovyetler Birliği’nin ve devrimin geleceğiyle ilgili kritik dönemler oluştuğunda geldiği görülebilir.
Stalin vesilesiyle yöntemin altını çizmiş olalım…
Düşünce ve eylemin dehasına saygıyla…
(*) Trotskiy’nin yazdıkları Yalçın Küçük’ün Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu kitabından alınmıştır.