İnsanlık tarihinde öyle dönemler vardır ki, o dönemlere tanıklık edebilmek bir ayrıcalık olarak görülmeli. Atalarımızın iki ayağı üzerinde ilk defa doğrulduğu ya da ateşi ilk defa kullandığı ya da ilk aleti ürettiği/kullandığı anın şahidi olmayı hayal bile etmek fazlasıyla müthiştir.
Tabii bunlar insanın insan olma serüveninin çok eski zamanlarına ait tanıklıklar. İnsanlığın yakın tarihiyse, yazılı tarih diyelim, insanlaşma serüveninin çok daha hızlanmasını, sınıfsal ayrışmanın bu serüvenin motoru haline gelmesini ve bunların bir sonucu olarak tanıklık yapılacak anların ya da dönemlerin artışını anlatır.
Mesela 18.yüzyılın sonlarına doğru Paris’te yaşamak ve Bastille’in basılışını görmek, mesela Delacroix’nın ünlü tablosundaki sahneyi görmek, 19.yüzyıl ortasında Komünist Liga’nın faaliyetlerine katılmak, Komünist Parti Manifestosu’nun ilk baskılarını okumak ve 1848 Haziran Devrimi’ni yaşamak, Komün kurulduğunda orada olmak ve barikatlarda savaşmak, 1917’nin 6 Kasımı’nda Moskova’da ve Kışlık Sarayı basanların arasında olmak, 1 Ocak 1959’da Fidel’le birlikte Havana’ya girmek… Bu anlara/dönemlere tanıklık etmek istemeyecek bir devrimci var mıdır acaba?
Projeksiyonumuzu biraz daha daraltır ve ülkemize doğru çevirirsek peki? Tanık olunmak istenecek bir çok vaka sayılabilir mutlaka, ama yakın tarihimizin iki dönemi özel bir ilgiyi hak eder. Birinci dönem 20.yüzyıl başlarıdır, “hasta adam”ın ölmeye başladığı, tutkulu devrimcilerin ülkelerini kurtarmak için üzerine pek de düşünmedikleri arayışların peşinde koştuğu, emperyalist işgale karşı bir savaşın verildiği ve kazanıldığı dönemdir. İkinci dönemse, ki bu dönemin tanıkları halen yaşıyor, sosyalizmin bu topraklarda en fazla toplumsallaştığı 1960’lı yıllardır.
İlk dönemin bu ülkenin komünistleri açısından daha özel olan kesitiyse bir kuruluştur; Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu. Anadolu’da yürütülen ulusal kurtuluş savaşının en önemli ideolojik güçlerinden biri olan, politik olarak ağırlığını sürekli arttıran komünistlerin 10 Eylül 1920’de Bakü’de gerçekleştirdikleri kongreye tanıklık etmek istemeyecek bir komünist herhalde olmaz.
Kongre’yle başlayan yolculuğun daha beş ayı bitmemişken Parti’nin ilk genel başkanı Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Karadeniz’de katledildiler. Katliam TKP’nin sonraki yıllardaki çalışma şeklini de köklü olarak değiştirdi. Parti uzun yıllar boyunca gizli çalışma yürütmek ve anti-komünist propagandayla savaşmak durumunda kaldı ve fakat işçi sınıfının, emekçi yığınların örgütlenmesi için çaba sergilemekten hiçbir zaman vazgeçmedi, sınırları hep zorladı.
Bir hafta sonra 15’lerin katledilmelerinin yıldönümünde TKP’yi, ikinci cumhuriyette TKP’nin yeniden nasıl inşa edileceğini konuşacağız. “Nasıl bir Parti?” sorusuna olağanüstü bir dönemde yanıt arayacağız. Öyle bir dönem ki, bizden sonraki kuşaklar ya şaşırarak “tarihin çarkı nasıl oldu da geriye döndü” diye soracak ya da “eşit, özgür ve aydınlık ülkemizin temelleri işte o dönemki mücadeleyle atıldı” diyecek.
Güçlü bir örgütü olan, işçileri, emekçileri, aydınları, kadınları, gençleri örgütleyen büyük bir partiyi kurmak için yapacağımız tartışmalar eminiz ki dönemin kaderini de değiştirecek. Bir hafta sonra buluşmak için çağrımızı başka bir tanıklığa, Mustafa Suphi’nin Bakü’deki kongrede yaptığı konuşmaya bırakalım:
“Teşkilat devirlerini geçiren ve şimdiye kadar birer grup halinde yaşayan Türkiye komünistleri, bu kongreden müteşekkil ve müttehit bir fırka olarak çıkmakla, yeni bir devre-i hayata ayak basıyorlar. Fırkanın önünde duran birinci vazife: Bundan sonra memleketimiz amele ve fukara rençperleri arasında fikrimizi kuvvet ve süratle neşrederek halkın mukadderatını kendi eline verecek sebep ve kabiliyetleri hazırlamaktır. Türk komünistleri üç seneden beri Rusya içtimai inkılabı içinde birçok safhalardan geçtiler.
Zaman oldu ki, karşımıza çıkan kara fikirli mürteciler, Türkiye’de amele ve rençper sınıfının mevcut olmadığını, olsa bile, hammalların memurlardan iyi yaşadıklarını söylemekten utanmadılar. Son zamanlarda ise, bilhassa İstanbul, İzmir, Konya, Erzurum, Ankara ve Eskişehir’de vücuda gelen amele ve rençper namı altında inkılapçı mühim bir sınıf yaşıyor. Ümitvarız ki, İstanbul ve Anadolu rençperleri yakında müstevli ve zalim bütün kuvvetleri toplayarak hayat ve mübareze faaliyetini kendi kollarına almak iktidarını göstereceklerdir.
Zaman oldu ki, Türkiye amele ve rençperleri, müstebit vali, hakim ve paşalar karşısında söz söylemek cesaretini bile gösteremezdiler; fakat son vekayi gösteriyor ki, İstanbul Hükümeti’nin ve padişahın İngilizlerle birleşerek memleketi sattıklarını halk pek iyi anlıyor; Türkiye’nin mazlum amele ve rençperler ve askerler, bu alçaklığa, bu hıyanete karşı, süngüsünü oradaki ağa ve paşaların göğsüne çevirmiş, muharebe ediyorlar.
Ve nihayet zaman oldu ki, arkadaşlar, Türkiye’de komünist teşkilatı olamaz, dediler; fakat, Türkiye’nin muhtelif şehirlerinden gelen komünist vekiller, bunun aksini ispat ettiler; Türkiye’de amele ve rençper komünist teşkilatı gittikçe genişliyor ve kuvvet kespediyor. Şimdi Komünist Fırkası’nın müstemlekeci kuvvetleri ezmeye âzim işçi halka rehber olacağına hiç şüphe edilemez.
Komünizm mübeşşirlerinden Engels, bir eserinde diyor ki: ‘Yeryüzündeki teknika zulme alettir. Zaman gelecek ki, teknikanın terakkisi eseri olarak yeryüzünü kan deryaları alacak ve zalim imparatorların taçları bu kan deryasına yuvarlanacak, bu tacı yerden kaldırıp başına koymaya cesaret edecek bir adam bulunamayacaktır.’ İşte, bu devir hulul etmiştir: Rusya’da, Almanya’da, Avusturya’da, Türkiye’de, çarlık, imparatorluk, padişahlık artık bir daha necat bulunmayacak tarzda yıkıldığı halde, hiç kimse cesaret edip de, o taçları başına geçiremiyor.
Vaktiyle halka zulmedenler, bugünkü amele ve rençper inkılâbı huzurunda diz çökerek mazlum halka taraftar ve hizmete amade gözüküyorlar.
Memleketimizde her türlü derece ve sınıf ahit ve yalanlarının yerinden oynadığı böyle bir devirde, böyle bir devr-i buhranda, işçi halkın mukadderatını kendi eline alarak iş görmesi bir zaruret haline giriyor. Bu işte doğru yolu göstermek vazifesi Komünist Fırkası’nın uhdesine düşmektedir.
Komünist Fırkası için memlekete musallat olan harici düşmanları kovmak nasıl bir vazife ise, dahilde halkın sırtından geçinen yağmacı tufeyli sınıflarını da hazıryiyicilik halinden çıkarıp yumruk altında işletmek de, o derece esaslı bir vazifedir. Bu iki cihetin temini iledir ki, Komünist Fırkası mazlum amele ve rençper halka karşı hizmetini ifa etmiş ve ortadan sınıflar farkı kalkarak heyet-i içtimaiye, adalet-i hakikiyeye nail olmuş olacaktır. Onun için son söz olarak diyelim ki:
Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!” (*)
(*)28-29 Ocak 1921’i unutma-Mustafa Suphi ve Yoldaşları, Güncel Yayınlar