ÇEVİRİ | Shakespeare bana Marksizmle ilgili ne öğretti?
İngiliz gazeteci ve İşçi Partili Paul Mason, büyük İngiliz yazar Shakespeare’de Marksizm’in izleri üzerinden sosyal demokrasinin gelecek tasavvurunu tartıştığı makalesinde elbette sosyal demokrasinin Marx ve Lenin arasındaki koparılamaz bağdan korkusunu da sergiliyor...
Çeviri: Can Albayrak
İngiliz gazeteci ve İşçi Partili Paul Mason, büyük İngiliz yazar Shakespeare’de Marksizm’in izleri üzerinden sosyal demokrasinin gelecek tasavvurunu tartıştığı makalesinde elbette sosyal demokrasinin Marx ve Lenin arasındaki koparılamaz bağdan korkusunu da sergiliyor. Marx ve Keynes’i eşitleyen ve Sovyetler Birliği’ni başarısız bulan yaklaşım dijital dünyada “yeni” bir şeyler keşfetmeye çalışıyor.
Gazete Manifesto olarak, Shakespeare’i Marksist bir gözle okumak için bir vesile sayılabilecek bu makaleyi esas olarak sosyal demokrasinin “aşırı Marksist” olmamak için ne kadar çabaladığı ve bunu ne ölçüde süsleyerek pazarladığı bir biçime soktuğunu gösteren bir gözle de okumak gerektiğini hatırlatarak okurlarımızla paylaşıyoruz.
Makalenin orijinaline The Guardian gazetesinden ulaşabilirsiniz. (https://www.theguardian.com/commentisfree/2014/nov/02/sharkespeare-marxism-feudalism-capitalism)
Henüz isimleri bile konmamışken, Shakespeare feodalizmin çöküşünü ve erken kapitalizmin başlangıcını betimlemiştir.
Eğer Shakespeare’in tarihi oyunlarını Kral John’la başlayıp VIII. Edward’la bitmek üzere peş peşe izlerseniz, ilk bakışta kralların ve düklerin arasındaki anlamsız ağız dalaşları çerçevesinde biçimlenen, cinayetler, savaş ve karmaşayla dolu, ana konusu olmayan bir HBO dizisi gibi görünecektir.
Fakat bir “üretim biçimi”nin ne olduğu bilirseniz oyunların asıl anlamı ortaya çıkar ve sahnede izlediğiniz şeyin aslında feodalizmin çöküşü ve erken kapitalizmin başlangıcı olduğunu anlarsınız.
Üretim biçimi Marksist iktisattan çıkan en güçlü fikirlerden birisidir. Ekonomi tarihini “geçim biçimleri” olarak sınıflandıran Adam Smith tarafından ortaya atılmıştır ama Marx’ın ve ondan sonra gelen materyalist tarihçilerin elinde geçmişe bakışımızı biçimlendiren bir şeye dönüşmüştür.
Feodalizm yükümlülükler üzerine kurulu bir sistemdi. Köylüler ürettiklerinin bir kısmını toprak sahiplerine vermek ve askere gitmekle, toprak sahibi de buna karşılık krala vergi ödemek ve gerektiğinde asker sağlamakla yükümlüydü.
Fakat Shakespeare’in tarihi oyunlarının geçtiği İngiltere’de, bu sistemin ana omurgası kırılmıştı. Gerçek hayatta III. Richard’ın geniş ailesini gerçekten katlettiği zamanlarda para, yükümlülüğe dayalı güç sistemini baştan aşağı kirletmişti. Kiralar parayla ödeniyor, askerlik hizmeti para için yapılıyor ve savaşlar Floransa’dan Amsterdam’a uzanan sınırlar ötesi bir bankacılık sisteminin yardımıyla devam ediyordu.
Bir defa feodalizmin var olmuş olduğunu ve kapitalizmin de var olduğunu kabul ettikten sonra, sırada feodalizmin çöküşüne ve kapitalizmin yükselişine neyin neden olduğuna dair büyük bir akademik tartışma gelir. Shakespeare, feodalizm ve kapitalizm terimlerinden haberi bile olmadan meselenin özünü anlamayı başarmıştır. Feodalizm terimi, Orta Çağ sona erdikten sonra, bu çağı betimlemek için 17. yüzyıl tarihçileri tarafından türetilmiş bir terimdir. Shakespeare ise kapitalizmin daha başlangıcını görmesine rağmen bu sistemi çok iyi betimlemiştir.
Shakespeare’in izleyicilerinin yaşadığı dönemde geçen komedilerinde ve trajedilerinde kendimizi birdenbire bankerlerin, tüccarların, şirketlerin, paralı askerlerin ve cumhuriyetlerin dünyasında buluruz. Bu oyunlardaki tipik sahne bir kale değil, zengin bir ticaret şehridir. Tipik kahraman ise büyüklüğünü burjuva değerlerine uygun olarak bireysel olarak kendisini geliştirmesinden almıştır. Bu ya cesaretle (Othello) ya hümanist felsefeyle (Hamlet ya da Prospero) ya da hukuk bilgisiyle (Venedik Taciri’ndeki Portia) olmuştur.
Fakat Shakespeare bunun nereye varacağından habersizdi. Kitap basabilen, Amerika’ya yelken açan, gökyüzünün haritasını çıkaran bir toplumun insan karakterine ne yaptığını görmüş ve betimlemişti. Bu yeni toplum bizi bilgiyle güçlendiriyor ama aynı zamanda feodal Avrupa’daki köylülerin ve serflerin anlayamayacağı bir çapta bizi açgözlülüğe, hırsa, kendi kendinden şüpheye ve güç açlığına teslim ediyordu. Ticaret, fetih ve kölelik üzerine kurulu ticari kapitalizmin yerini endüstriyel kapitalizme bırakması için bir 150 yıl daha geçmesi gerekecekti.
İşte bu yüzden ne zaman aşırı Marksist olmaktan geri durmak istesem Shakespeare’i düşünürüm. Bir avuç tarih kitabı ve hümanizmden başka bir silahı olmayan Shakespeare, yaşadığı toplumu eşsiz bir kavrayışla betimlemiş ve seyircisine bulundukları duruma nasıl geldiklerini açıklamaya çalışmıştır.
Eğer Shakespeare’i metinleriyle anlamaya çalışır ve dünle bugünün farkını soracak olursanız alacağınız cevabın altındaki gizli kelime “fikirler” olacaktır. Onda, insanlar birbirlerine daha çok değer veriyordu; sevgi, ailevi görevlerden daha önemliydi, ırk ve ulus değil, gerçek, adalet ve bilim gibi insani değerler uğruna ölmeye değerdi.
Bu nedenle Shakespeare bir üretim biçiminin diğeri üzerinde başarılı olduğu anın büyük tanığıdır.
Ancak yalnızca Shakespeare’e değil, Marx’a da ihtiyacımız var. Tarihin materyalist yorumuna göre, feodalizm ve erken ticaret kapitalizmi arasındaki tek fark “fikirler” değildir. Sosyal ilişkiler değişmiştir. Artık toplumun nasıl işleyeceğine piyasa karar vermeye başlamış ve bu değişim, özünde, yeni teknolojiler tarafından yönlendirilmektedir.
Marx için “üretim biçimleri” kavramı sıkı bir tarihi düzende ilerliyordu: Önce zenginlerin yasal şiddetle zenginleştiği çeşitli kapitalizm öncesi toplumlar, sonra zenginlerin teknik gelişmeler ve piyasa yoluyla zenginleştiği kapitalizm, ardından da artık kıtlık yerine bolluk olduğu için tüm insanlığın ekonomik ve ahlaki olarak zenginleştiği komünizm geliyordu.
Sovyetler Birliği’nde üçüncü aşamaya doğru izlenen yolun tutmadığını biliyoruz. Ancak mistik düşünmezsek ve daha önceki tüm ekonomik modelleri yönlendiren kıtlığa kıyasla nispi bolluğun olacağı bir zamanın geleceğini ileri sürersek, o zaman Marx’ın, John Maynard Keynes’in 1930’larda söylediğiyle aynı noktaya vardığını görürüz. Keynes, bir gün elimizde herkese yetecek kadar ürün olacağını ve “ekonomik sorunların” çözüleceğini söylemiştir.
Bugün neoliberal kapitalizm çatlamış ve yerini alacak hiçbir şey yokken, üretim biçimi kavramı ne işe yarar? Bu durumu modern bir Shakespeare oyunu gibi betimlemeye çalışalım: sosyal hayatta büyük bir değişim var. Dijital dünya Shakespeare’in Venedik’inin modern bir versiyonu. Bu modern Venedik, insanların ölçülemez bir özgürlükle, sosyal hayatlarında kendileri için gerçeklikler yarattığı, yıktığı ve yeniden yarattığı, devlet ve güvenlik aygıtlarının bunu engellemek için daha çok zaman harcadığı bir yer.
Bu Venedik’in modern tüccarı elit tabakanın bir parçası değil: O artık evini Airbnb’de satılığa çıkartan ya da eBay’de bir sayfası bulunan “modern tüketici”.
Kapitalizmi yürüten ana ekonomik neden artık yaralandı. Nüfuslar yaşlanmakta ve yakın zamanda koca bir Poloniuslar kuzey yarımküresi olacağız. Üretkenlik artışı azalıyor. Ancak cirolar ve gayri safi milli hasılalarla ölçülen ve kısıtlanan, ağır aksak ilerleyen ekonominin yanında artık insanların özgürce yeni şeyler yaratıp değiş tokuş yapabileceği yeni bir ekonomi daha var. Yalnızca kendisini özgür bilginin bolluğunu engellemeye adamış dev teknoloji tekellerinin varlığı, bizim çağımızın en basit metası olan bilginin büyük miktarlarda serbestçe dolaşmasını ve yaygınlaşmasını engelleyebiliyor.
Meseleye bu şekilde bakarsanız, bir “kapitalizm sonrası dönem” olasılığını görmek zor olmayacaktır ve bu yolu görememek bütün modern sosyal hareketleri zedeleyen şeydir. Tıpkı Shakespeare gibi biz de son aşamasını kavrayamayacağımız bir yenileşmenin erken aşamalarında olabiliriz ama her yere internet ağıyla ulaşabilen bireyin modern yaşamında, tıpkı Shakespeare’in büyük ana karakterlerinin yüceliğin bir piyasa sisteminde nasıl gözükeceğini tahmin ettiği gibi, bir gelecek toplumunun simgelerini görüyoruz.