İnsanlık tarihinin “düz bir çizgide” ilerlemediği uzunca bir süredir bilinen bir gerçek. Tarihin biriktirdiği sorunlar gerekli şartları sağladığında kendini aşarak çözüme kavuşurlar ya da başka yeni sorunlara yol açarlar. Ancak en nihayetinde tarih sıçrayışlarla beraber var olur. Zembereği kurulmuş bir saatten daha fazlasıdır tarih…
Bu tür tarihsel anlarda toplumun yaratıcı yanı da açığa çıkar. Daha önce hiç fark edilmeyen ancak nüvelerini gördüğümüz düşünceler böyle dönemlerde açığa çıkarlar ve “yaygın” taraftar bulurlar. Sıkışma anları toplumların “yaratıcı” enerjisini açığa çıkartmak için hazırlık zamanıdır. Ancak bunun için öyle ya da böyle değiştirici bir güce ihtiyaç duyulur.
Değiştirici gücü oluşturanların diğerlerinden temel farkı sorunların köküne inebilme becerisidir. Böyle bir güç “yaratıcı” bakış açısını da açığa çıkarır. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için her şeyden önce “değiştirme” fiilini gerçekleştirebilecek bir düşünce zenginliğine kavuşmak gerekiyor.
Günümüzde, bu düşünce zenginliği henüz açığa çıkmış durumda değil. Özellikle bu başlıkta Türkiye gerçek bir örnek konumunda. Düzenin biriktirdiği sorunlara karşı derdi olanların “değiştirme” kudretine kavuşamamış olması, biraz da “kısır döngüye” girilmiş olmakla alakalı. Dahası, böyle bir kısır döngünün sonucu olarak “yenilgicilik” her tarafa sinmiş durumda. [1] Başta solun geniş bir kesimi “yenilgici” bir bakış açısıyla hareket ederek kısır döngünün içinde kayboluyor.
***
Son günlerde yaşanan birkaç örnek bu konudaki durumu daha da derinleştirdi. İlk örnek, seçimler bahsinde ortaya çıktı. Türkiye’de siyasal sistemin, sermaye sınıfının istekleri ve emperyalizmin genel gidişatı doğrultusunda yeniden şekillenmesi “geleneksel temsiliyet” algısının da alt üst olmasına neden oldu.
Bu algının alt üst oluşu sonucu CHP’li milletvekillerinin “seçimleri boykot” çağrısı üzerinden şekillendirdiği tartışmaya solun “balıklama” atlamış olması yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeveyle ilgili. CHP içi sorunlar üzerinden şekillenen tartışmaların aracı olarak değerlendirilen sol, temelsiz bir boykot tartışması içine sürüklenmesi ve bu durumun “devrimci bir tutum” olarak pazarlanması bir hayli ilginç.
Hâlbuki esas mesele taktik ile ilgili değil, strateji ile alakalı. Düşünce zenginliği bir dizi taktik ayarın ürünü olamaz. Bugün temel sorunu “bağımsız siyaset” olarak algılayamayan sol taktiği ne olursa olsun bir “çıkışı” aralayamaz. Bir çıkışa işaret edecek yegâne unsur emekçilerin temsiliyetini “elde etmek” için atılacak adımlarla sağlanabilir.
Bugün bu başlıkta tartışılacak temel nokta; düzenin yaşadığı sağa kayışı ve halkın bu başlıkta yaşayacağı derin temsiliyet sorunudur. Solun üstesinden gelmesi sorun emekçilerin temsiliyetinin siyasette nasıl hayat bulacağı ile alakalıdır. Düzenin meşruiyeti ancak bu bakış açısıyla sorgulanabilir. Bu yapıldığı zaman “boykot” tartışmasına katılmanın ve bu noktada bir tavır almanın anlamı olacak.
***
İkinci örnek ise Doğan medyanın el değiştirmesiyle ortaya çıktı. Doğan medyanın unsurlarının Demirören’e satılmasıyla medyanın tek sesli hale dönüşmesi tepki çekti. Tepkilerle beraber yapılan değerlendirmelerde “kaygı” öğesinin baskın olduğu gözlemleniyor. Yoksa artık “medyada muhalif ses çıkmayacak” mı?
Kuşkusuz Doğan medyanın el değiştirmesi ve AKP’nin medyada gücünü genişletmesi önemle ele alınmalı. Bu durumun geniş kesimlerde rahatsızlığa yol açması ve “tek seslilik” eleştirisine dönüşmesi olağan. Ancak olayın “tekelci sermaye” içindeki dönüşümün ürünü olmadığını kavramadıkça yenilgi kaçınılmaz hale gelecek.
Kısaca Doğan medya, tekelci sermayenin Türkiye’deki medya güçlerinden biriydi. 90’lı yıllarda başlattığı görev, 2000’li yılların sonunda tamamlandı. Tekelci sermayenin yeni medyasındaki dönüşüm sermaye sınıfının tercihlerindeki dönüşümle yakından alakalı. Buradan baskı çıkar, gericilik çıkar. Ancak buradan çıkacak “rejimin sermayenin üzerinde baskı kurduğu” ezberi çıkarsa büyük hata işlenir. [2] Sermayenin iç değişimleri düzenin değişiminden çok farklı değil. Dolayısıyla medyası da buna göre şekilleniyor.
Gerek Doğan medya örneği, gerekse de boykot tartışmaları çıkış için yenilgiden çok daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha kanıtlamış oldu.
İhtiyaç duyduğumuz en önemli şey değiştirme iradesi ve kararlılığı; teminatımız ise “sınıfsal” bakış açımızdır.
Bunu bilerek yola çıktık, bunu bilerek yolumuza devam ediyoruz.
Notlar
[1] Bu yazıda sözü geçen “yenilgiciliğin” tarihe “devrimci yenilgicilik” olarak geçen siyasal yaklaşımla zıt iki yaklaşımı ifade ettiğini söylemek gerekiyor. Lenin’in 1.Dünya Savaşı esnasında ısrarla savunduğu “devrimci yenilgicilik” esas olarak değiştirme iradesini taşıyordu. Bu nedenle mevcut yaklaşımın Lenin’in geliştirdiği kavramlaştırmayla yakından uzaktan bir ilgisi bulunmadığını geçerken not etmiş olalım.
[2] Benzer bir yaklaşım çok daha eski bir dönemde de ortaya çıkmıştı. 30’lu yıllarda sol Avrupa’daki karşı devrimci akımın büyümesiyle faşizm nedir üzerinde ciddi bir tartışmaya gitmişti. Sonuçta Avrupa sosyal demokrasisi “tarihinin en sol” konumunu almasına karşın faşizmin sermaye üzerinde tahakküm kurduğu sonucunu çıkarmıştı. Bu bakış açısını aşmak ise gene Marksistlere düşmüştü.