MERCEK | Türk sağının Amerikancılık şeceresi

Birinci Dünya Savaşı sürerken Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot’un zemini üzerinden savaşın bitişiyle birlikte emperyalist paylaşımın önemli köşe taşlarından Versailles Anlaşması yeni bir paylaşım modelini doğurur...

MERCEK | Türk sağının Amerikancılık şeceresi

UMUT KURUÇ

Birinci Dünya Savaşı sürerken Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot’un zemini üzerinden savaşın bitişiyle birlikte emperyalist paylaşımın önemli köşe taşlarından Versailles Anlaşması yeni bir paylaşım modelini doğurur: Bugünün Birleşmiş Milletleri’nin selefi olan Milletler Cemiyeti ve onun ürünü “manda” (mandate: yetki ve görev anlamına gelmektedir) yönetimidir. Eski sömürge bölgelerinin yönetim biçimi olarak Milletler Cemiyeti tarafından görevlendirilen, eski sömürgeci İngiltere, Fransa, Belçika gibi ülkeler, başta Suriye ve Irak olmak üzere bu eski sömürge ülkeleri ayakları üzerinde durabilecek duruma gelene kadar mandacı ülke olarak yönetecektir.

Bizimle ilgisi ise dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu içerisinden sonraları Kurtuluş Savaşı saflarına katılacak olan İstanbullu aydınların büyükçe bir bölümünün can simidi olarak savunulmuş olmasıdır.

Osmanlı’dan Kurtuluş Savaşı’na Mandacılık

Halide Edip’in 1919 yılında Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptaki ifadeler bu bakımdan ibret vericidir: “… Biz kendimiz için Amerika mandasını ehveni şer görüyoruz. Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini idareye kadir modern bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor… Amerika da tabii mahzursuz değildir (…) izzetinefsimizden (onurumuzdan) epeyce fedakârlık etmek mecburiyetinde bulunuyoruz (…) sergüzeşt ve cidal (macera ve mücadele) devri artık geçmiştir…”

Amerikan mandacıları daha da ileri giderek Türk Wilsoncular Birliği adıyla kurdukları dernek bünyesinde dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’a 5 Aralık 1918 tarihli bir mektup yazarak ABD’nin Türkiye’yi manda yönetimi altına almasını isterler.

Ancak ABD sermayesini büyütmek üzere içine döneceği bir döneme girmektedir. Wilson’ın Paris Barış konferansından dönüşünde ABD Meclisi Versailles Anlaşması’nı onaylamayacak, ABD kendi sermayesini daha da büyütmek ve güçlendirmek üzere içine dönecektir.

Bir diğer mandacı kanat ise İngiliz mandacılarıdır.  1911′de kurulan, 1913’te dağılan Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreteri Ali Kemal’in 7 Ağustos 1919 tarihinde yayınlanan “Türkiye ve Mandaterlik” başlıklı yazısında “Bizim bu müthiş yangından bir şey koparabilmek, hiç olmazsa ulusal birliğimizi sağlamamız için İngiltere’ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz vazgeçilmezdir. Şu nedenledir ki, bu zor dakikalarımızda, on yıldan beri geçirdiğimiz acıklı deneyimlerden sonra, bu uzak görüşlülüğü gösteremezsek, bilmeliyiz ki, bu savaştan koca bir devlet yerine, yersiz yurtsuz serseri bir aşiret, bir hanlık durumunda çıkabileceğiz ve devletimizin, yurdumuzun, ulusumuzun kesin olarak parçalanmasına tanık olacağız.” denmektedir.

“Ahde sadakat” vasfı

Anadolu topraklarında varlık yokluk mücadelesi sürerken, geleceği manda yönetiminde gören zihniyet 1940’ların ikinci yarısı ve 50’lerde acil yardım adı altında, Marshall planının resmiyete dökülmesini beklemeyecektir. Truman Doktrini ile bağlantılı olarak “komünizmle mücadele” hamleleri 1946-1960 yılları arasında uygulanan Amerikan kredi ve hibeleri olarak Türkiye’nin ABD emperyalizmine bağımlılığının temellerini güçlendirecektir.

Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasında en etkili desteği veren Bolşeviklere rahatça sırtını dönebilenler, antikomünizmin dozunu giderek arttırırken, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini güçlendirirler.

1946-47’de Amerikan üslerine açılan Anadolu toprakları 1950’lere gelindiğinde yüzlerce gencini geri dönmemek üzere Kore’ye gönderecektir. Menderes’in sözleriyle “Ahde sadakat” vasfı ile NATO’ya üyelik için masaya sürülecektir gençlerin kanı. Birinci Dünya Savaşı sonunda başlayan manda olma hevesi, 1940’larla birlikte ete kemiğe bürünürken 1950’lerde en nihayet “başarıya” ulaşacaktır.

Emperyalizme bağımlılığa eşlik eden anti komünizm, sermaye iktidarları tarafından bağımsızlık için mücadele edenleri ezmek üzere daha da güçlenecektir. 1900’lerin başındaki ve takip eden 30’lar, 40’larda faydalı olan din ve milliyetçilik bu kez daha kullanışlı aygıtlardır. Artık örgütlüdürler. Bir yandan Milli Türk Talebe Birliği’nde, Komünizmle Mücadele Derneklerinde örgütlenirken, diğer yandan ABD filolarını kıble alıp namaza durmaktadır.

Amerikan politikasını koruma mükellefleri

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye gönderilen ilk subaylardan Alparslan Türkeş Türkiye’ye dönüşünde bu ezme harekatının vurucu güçlerinden olan ülkücü harekete liderlik edecektir.

Türk sağının dilinden düşürmediği, AKP iktidarının yere göğe koyamadığı Necip Fazıl “Biz Amerikan politikasını korumakla mükellefiz. Amerikan siyasetini tutmak biricik yol. Amerikan’dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından öteye geçemeyiz” (N.F. Kısakürek ‘Amerika Dünya ve Biz’ Büyük Doğu, 17 Temmuz 1959) sözleriyle Türkiye ABD ilişkilerine dair fikrini beyan edecektir.

1969’da ABD 6. Filosu, 1946’da Misouri Zırhlısı’nın karşılandığı gibi karşılanmamıştır. Amerikan askerlerini denize atan anti emperyalist gençlerin üzerine Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı’nın “Memlekete ihanet eden hainleri toprağa gömme zamanı gelmiştir” talimatıyla saldıran faşist ve İslamcı güruhların önü daha açılacaktır.

12 Mart 1971’e gelindiğinde darbecilerin başbakanı Nihat Erim “Tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir” derken kastettiği solculardır.

12 Mart Cuntası Generali Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözlerinin arkasında yatan önemli gerekçeyi 1972 yılında Nihat Erim Associated Presse şöyle açıklayacaktır: “Türkiye’de aşırı solcuların baskısı ile bozulan Türk–Amerikan münasebetleri düzelme yolundadır.” Günaydın gazetesi ise bu açıklamayı manşetten “Solcular ezilmiştir, Amerikan filosu artık gelebilir” cümlesiyle verecektir.

Vitesi büyütenler

1960’lar ve 70’ler bu paramiliter güçlerin solun ve ilericilerin üzerinden geçtiği yıllar olacak, 1980 12 Eylül’ü ile birlikte ABD emperyalizminin “çocukları” büyük darbeyi vuracaktır. Demokrasi kahramanı ilan edilen Turgut Özal, Temmuz 1982’ye kadar Başbakan Yardımcısı, Kasım 1983’ten sonra ise Başbakan olacaktır. Sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasında büyük emeği olan bu şahsiyetin ABD emperyalizmiyle bağının “Prezidan Bush”’la muhabbetinin çok ötesinde olduğunu söylemeye gerek yok. 1991’deki Körfez Savaşı sırasında “bir koyup üç alırız” diyerek Irak’taki emperyalist işgalden pay kapmaya çalışan Özal, bugünlerdeki halefine ilham verircesine, TBMM onayı olmaksızın ABD’ye hava sahasının açılmasına gelen eleştirilere de “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” cevabını verecektir.

Turgut Özal’ı Tansu Çiller takip eder. Türkiye’nin sermaye iktidarları başta ABD olmak üzere emperyalizmle bağları güçlendirmeyi sürdürür. Gümrük Birliği anlaşmaları imzalanır, uluslararası sermayenin önündeki engeller hızla kaldırılır. Başbakanlığı döneminde faşist çeteci katiller Abdullah Çatlı ve Ayhan Çarkın için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” diyebilecek kadar kana susamışlığını ve işbirlikçiliğini açıklayacaktır.

 “İşgalcilere duacıyız”

2000’lerden bugüne gelirken emperyalizm işbirlikçiliğinin farklı aşamalarını bu kez AKP iktidarıyla yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Irak’taki işgalci ABD askerleri için  “kahraman çocuklarınızın anavatana en az kayıpla dönmesini umuyor ve dua ediyoruz…” temennisi yayınlayanlar, tıpkı selefleri gibi bu kez 8.5 milyar dolar karşılığında Türk askerini Irak’a göndermek için canını dişine takanlar, ABD uçaklarının Türkiye üzerinden Irak’ı bombalamasına izin veren genelgeyi Meclis’ten geçirenler, İsrail’le ticari ve askeri işbirliğini ülke tarihinde en yüksek düzeylere taşıyanlar, emperyalizmin Ortadoğu projesinde eş başkanlığa soyunanlar, bu proje için cihatçı çetelerle ortaklık kuran ve destekleyenler, Tüpraş’ı, TEKEL’i, Telekom’u, Petrol Ofisi’ni uluslararası sermayeye peşkeş çekenler, NATO için Afganistan’a, Somali’ye, Katar’a, Lübnan’a, Irak’a asker gönderenler,  Avrupa Birliği Anayasası taslak metninin altına imza atanlar, emperyalizmin taşeronluğunu yaparken on binlerce insanın kanından sorumlu olanlar bugün kalkmış “anti-emperyalist” olmuş!

Memlekette ne kadar antiemperyalist varsa birdenbire ortaya çıkmış ve bu yalanın etrafında kenetlenmiş!

15 tane ABD ve NATO üssü halen bu topraklarda varlığını sürdürürken, Suriye topraklarında ABD öncülüğündeki sözde ‘IŞİD karşıtı koalisyon’ sözcüsü “Türkiye ile birlikte çalışıyoruz, süreç gayet iyi” açıklamasında “Türkiye ve ABD, bölgede istikrar ve güvenliği sağlamayı taahhüt etti” diyor. Ama bunlar kimin umurunda, 1900’lerin başında mandacılardan mandacı beğenenler bugün de antiemperyalist olurlar!

Misouri Zırhlısı’nı bayraklarla flamalarla, şenliklerle karşılayıp camilere “Welcome” mahyaları asanlar nasıl 1969’da 6. Filo’yu püskürtenlere saldırdıysa, bugün komünistlere küfredip antiemperyalist kesilen emperyalizm işbirlikçileri tarihsel misyonlarını sürdürmektedir.