Umut Kuruç
16 yıldır “AKP gitsin de”, “Şu Tayyip’ten kurtulalım da”, “Saray çetesini yıkalım”, “Gitti-gidiyor, bir tekme de biz vuralım” sözleri sürekli tekrarlanırken yaklaşık kırk yıl geriye giderek hafızalarımızı tazeleyelim dedik. Tazelerken de kırk yıldır bir arpa boyu yol gitmiş miyiz bakalım istedik.
Kısaca hatırlayalım: 1970’lerdeki uluslararası sermayenin krizine reçete olarak ortaya atılan Reagan-Thatcher paketi, kriz sarmalındaki Türkiye sermayesi için “24 Ocak İstikrar Önlemleri” olarak yazılır.
Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda IMF ve Dünya Bankası ile birlikte Demirel’in Başbakan Yardımcısı ve DPT Müsteşarı Özal’ın imzasını taşıyan 24 Ocak 1980 kararlarını hayata geçirmenin yolu bu kez sopadan geçmektedir. Özal, dosyasını alıp Genel Kurmay’a brifinge gidecek ve “Grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir. Demokrasi bir başıbozukluk değil bir disiplin rejimidir.” diyerek mevcut rejimle sermayenin istikrar tedbirlerinin uygulanamayacağını söyleyecektir.
24 Ocak Kararları olarak bildiğimiz bu “İstikrar Önlemleri”, “ihracata dönük sanayileşme” adıyla dayatılan ve 1980’lerde çokça telaffuz edilen “Friedman Modeli”den başka bir şey değildir.
300 milyon dolar karşılığında denetimin Dünya Bankası’na devredildiğinin kabulünü içeren 7 Şubat 1980 tarihli ve Özal imzalı, Vietnam Kasabı olarak bilinen Dünya Bankası Başkanı Mc Namara’ya mektup bu noktada önemlidir.
Türkiye emperyalist kapitalist sistemle tam bir bütünleşme yaşayacaktır artık.
“12 Eylül olmasaydı bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” diyen Turgut Özal’a “Askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufu sağlandı” sözleriyle Rahmi Koç, “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının başarısını iki kat artırmıştır.” diyen İstanbul Sanayi Odası Başkanı İbrahim Bodur ve “Bugüne kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü, bundan sonra onlar ağlayacak biz güleceğiz.” sözleriyle TİSK Başkanı eşlik edecektir.
24 Ocak İstikrar Önlemleri adıyla hedeflenenleri kısaca hatırlayacak olursak:
o Yüzde 32,7 devalüasyonla günlük kur uygulamasına geçilmesi,
o Devletin ekonomideki payının küçültülmesi,
o KİT’lerin özelleştirilmesinin önünün açılması,
o Tarım ürünlerinin destekleme alımlarının sınırlandırılması,
o Enerji ve ulaştırma dışındaki sübvansiyonların kaldırılması,
o Dış ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi, böylece sermayeye yeni kar alanlarının açılması,
o İthalatın serbestleştirilmesi,
o Döviz alım-satımının serbest bırakılarak finans sektörünün önünün açılması,
o Faiz oranlarının serbest bırakılması,
o Fiyat kontrol ve sınırlamalarının kaldırılması,
o Kamu kurumlarının ürettikleri malların fiyatlarının yükseltilmesi,
o Vergi indirimleri ve vergilerden muaf serbest bölgelerin oluşturulması…
Buna göre Türkiye’de iç talep kısılmalı, tüketim azaltılırken üretim ihracata yönlendirilmelidir. Tarıma kaynak değil, tarımdan fon aktarılmalı, sübvansiyon azaltılmalı, hatta sonlandırılmalıdır. Buna paralel olarak destek alımları azaltılmalı, zamanla kaldırılmalıdır. Kamu yatırımları durdurulmalı, sosyal harcamalar azaltılmalıdır. Sağlık ve eğitim harcamaları devletin sorumluluğundan çıkarılmalı, piyasanın önü açılmalıdır.
Dış borçların ödenmesi için tasarruf emekçi kesimlerden yapılacaktır. Tüketimi düşürmek için ücret artışları durdurulmalıdır. Memur maaşları enflasyonun altında tutulmalı, toplu sözleşmeler rafa kaldırılmalıdır.
Uluslararası sermayeyle bütünleşme hedefi 12 Eylül ile birlikte yeni bir sermaye birikim modeline kapı açarken, bir yandan da siyaset ve ideoloji alanında “dönüşümü” gerçekleştirecektir. Sermayenin yapısal krizine çare olarak Türkiye’ye dayatılan reçete bu topraklarda “normalleşmeyi” hedeflemektedir.
“Demokratikleşmenin teminatı” Özal
12 Eylül 1980 ile solcuların ve işçi sınıfının üzerinden zor ve işkencelerle geçilirken Turgut Özal Temmuz 1982’ye kadar Başbakan Yardımcısı, Kasım 1983’ten sonra ise Başbakan olacaktır.
1983’de cuntadan kurtuluşu ANAP’ta gören kimi solcular için Özal faşizme karşı “demokratikleşmenin” teminatıdır. O ki İslamcıları, liberalleri, milliyetçileri, sosyal demokratları birleştiren iradedir! Bir de üstüne ceberrut devletle sorunludur ve demokrattır!
Bu yapısal krizin çözüm reçetesiyle anılan İngiltere Başbakanı Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur” (There is no such thing as society) sözü Türkiye’de de alıcısını bulmuş, kamunun yerine piyasayı koyanlar kamunun tasfiyesine giden yolda “herkes kendi başının çaresine bakmalıdır” anlayışını Özal’ın “özgürlükçülüğü” ile kutsayacaklardır.
Özal’ın demokrasi havarisi ilan edilmesini sağlayan hamlelerinden biri olan Nisan 1991’de 141 ve 142. maddelerin kaldırılması ise onların yerine geçen Terörle Mücadele yasasını getirecektir.
Kariyerinde Dünya Bankası, AET memurluğu, MESS (Madeni Eşya Sanayii Sendikası) Başkanlığı, DPT Müsteşarlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı olan Turgut Özal’ın icraatları bununla da sınırlı değildir.
Kürt sorununda Özal’dan beklentiler
Yeni Osmanlı hayalleriyle bir yandan Kürt sorununun çözümü için federalizme “neden olmasın” derken, diğer yandan Musul ve Kerkük’ün de böyle bir federasyona katılabileceğini ve bunun da başkanlık sistemiyle gerçekleştirilebilecek bir model olduğunu “Bürokrasi elimi kolumu bağlıyor” serzenişiyle ima edecektir.
“Adriyatik’ten Pasifik’e Türk Dünyası’nın lideri” olma hayalleriyle yanıp tutuşan Turgut Özal, “Annem Kürt’tü, teyzem Türkçe bilmezdi” sözleriyle 1991’deki Körfez Savaşı sırasında “bir koyup üç alırız” diyerek Irak’taki emperyalist işgalden pay kapmaya çalışırken elini güçlendirmek üzere Kürt kartını masaya sürecektir.
Öte yandan 19 Temmuz 1987 tarihinde bölgede Olağanüstü Hal uygulaması başlatıldığında Başbakan olan Özal, işkence ve faili meçhullerle bilinen Özel Tim’i kurduracak, Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakan Süleyman Demirel’e mektubunda, özel timlerin “arayan” bir tarzdan çıkmasını ve “bulan ve yok eden” bir tarzla devriye gezmesi gerektiğini yazacaktır. Aynı Özal köy boşaltmaları önerirken, koruculuk sistemini de başlatan kişilik olacaktır.
Bütün bu uygulamalar hayata geçerken ve bugün bile hala işçi düşmanı Çankaya’nın şişmanından Kürt Sorununun çözümü için uğraşan demokrasi kahramanı çıkarabilenler hiç de azımsanacak sayıda değildir.
Özal’dan normalleşme beklemek
1980 öncesi büyük bir bölümü iktidar hedefini terk etmiş ve 12 Eylül darbesiyle her anlamda dağılmış olan Türkiye solu üzerindeki dönüştürücü etkisi azımsanamayacak olan Özal’ın “hayaleti” 1990’lara, oradan da 2000’lere uzanacaktır.
Turgut Özal ve ANAP’ın bu dönüşümdeki “öncülüğü” ideolojik alanda da birinciliği kimseye bırakmayacak, 12 Eylül’ün dinci gerici hamlelerine liberalizmle eşlik edilecektir.
“Normalleşmeden” nasiplenerek kendine yer bulmaya çalışan Türkiye solu “Sermayenin hâkimiyetinin uluslararasılaştığı bir çağda, hiçbir devrimci seçenek Özal’ınkinden daha geride bir temele yerleşemez”[1] diyebilecektir. Daha da ileri gidenler “(…) Barışın korunmasının ve demokrasinin kazanılmasının, nüfusun ezici çoğunluğunun yararına olduğunu” ve “NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına ve dünya barışının çıkarlarına uygun bir politikayı” [2] programatik bir doğrultu haline getirebilecektir.
Sosyalist değerlerin reddiyesiyle başlayan bu süreçte “toplumsal mutabakat” arayışlarına “demokrasicilik” ile birlikte ceberrut devlete karşı “sivil toplumculuk” eşlik edecektir. ANAP’la hüsrana uğrayanlar, mutabakatı sağlayacak, demokratikleşmenin önünü açacak Demirel’in DYP’sinden, özelleştirmelerin alt yapısına hiç de azımsanamayacak katkılarda bulunurken emperyalizme selam çakan SHP’den medet umar hale geleceklerdir. Artık ANAP ve diğerleri vardır, artık mutabakat “Özal gitsin de” olmuştur.
Türkiye sosyalist hareketi kendi göbeğini kesmek yerine, içinde serpilip büyüyeceği düşleriyle restorasyon sürecinin peşine takılmıştır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tabloyla benzerliklerini yazmaya pek yerimiz kalmadı, gerek de yok. Sosyalist Cumhuriyet Gazetesi’nin sayfalarında tablonun bugünkü hali çokça yazıldı, çeşitli vesileler ve gündemlerle yazılmaya devam ediyor.
Türkiye’de mücadeleyi sermaye düzeninin bütünlüğünden kopararak, AKP ve/veya Tayyip Erdoğan’la sınırlamak kurulan yeni rejimin toplumsal mutabakatında yer arayışına varmaktadır.
Kırk yıl önce sermaye iktidarının “normalleşme” ve “istikrar” hedefiyle başlattığı dönüşümün bugünkü kritik dönemecinde uzlaşma ve mutabakat mı arayacağız, yoksa bu dayatmayı reddedip, sermayenin tekerine çomak mı sokacağız? Kırk yıldır ölümle sıtma arasında gidip gelen Türkiye sosyalist hareketi artık ikincisini yapmalıdır.
[1] Ertuğrul Kürkçü Demokrat Muhalefet Dergisi, Mart 1991, sayı 10
[2] TBKP Programı (1990)