Sayılarla ilişkimiz doğduğumuz andan itibaren başlar. İnsan evriminin bir ürünü olarak sayı sayma becerisi, yalnızca insanın soyutlama becerisinin bir ürünü değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerinin gelişiminde de ayrı bir yer tutmaktadır. Bu anlamda sayılar gerçekten de yaşantımızın her yerindedir.
Sayılar “yanlı” olabilirler mi? Elbette söz konusu sayı sayma eyleminin bir parçası olarak sayılardan söz ediyorsak, bunu iddia etmemiz mümkün değildir. Sayılar, insan eyleminin ve akıl yürütmesinin “yansız” bir biçimde ifade edilmesinin araçlarından bir tanesi. Bu anlamda sayılarla ilişkili olarak toplanan verilerin de yansız olması beklenir. Bu bir anlamda doğrudur; ancak göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir ayrıntı içerir. Gözlemsel sonuçlara dayanan veriler mutlak bir yansızlığı içermezler. Verilerin mutlaka dayanması gereken bir referans noktası, tanımlanması gereken bir çerçevesi bulunur.
Basit bir mantıkla değerlendirildiğinde bu düşüncenin varacağı yer “göreli” bakış açısının mutlaklığı olur. Ancak bu akıl yürütmesi görünenin ardındaki “sis perdesini” kaldırmaya yetmez. Dahası, soyut ve gülünç iddialara kapı aralayan bir düşünce sistematiğidir bu. Öyleyse, sorun verilerin gözlemlenmesinde değil, onların dayandığı tanımlardadır. Tanımlar gerçekliğin üzerindeki sis perdesini kaldırmanın tek yoludur.
Doğada gözlemlenen olguların yerli yerline oturtulması bu anlamıyla uzun bir tarihsel dönemin sonucunda gerçekleşmiştir. Yalnızca son beş yüzyıl içerisinde bu anlamda sistemli bir akıl yürütmesinin, doğa üzerindeki sis perdesinin insan sezgisiyle çelişkili olduğu düşüncesinin ağırlık kazandığı açık. Ancak iş toplumların yorumlanmasına geldiğinde verilerin kimi zaman işleri karmaşıklaştırdığı açık. Bunun nedeni, sadece sezgisel düşüncenin yarattığı yanılsamalar değil, aynı zamanda toplumsal yapının da kendisidir.
Bugün bunun örneklerini en çok ekonomik yaşantının anlaşılmasında görülmektedir. Veriler, tanımlar olmaksızın “gerçekliğin” bilgisi olarak insanların önüne koyulurken, toplumsal ilişkiler de göz ardı ediliyor. Ancak buradaki esas kabahat veriler de değil, veriler ile tanımlar arasındaki bütünlüklü ilişkiyi koyamamaktan geçmektedir. Dolayısıyla veriler değil, tanımların yanılttığı veriler iş görmektedir.
Ancak söz konusu ekonomi dahi olsa bu durumdan “arınmak” mümkündür. Başlangıç noktası deneyimlediğimiz dünyanın açmazları ve çelişkilerinde gizli. Bu açmazların ve çelişkilerin en çok yoğunlaştığı ve açığa çıktığı alan çalışmanın konusu olanlara ait. Kâr oranlarının tanımlanmasından, ücretlerin ölçülmesine, üretimin etkilerinden, istihdam olgusuna kadar olan kısımda bu çelişkiler daha da netleşmekte. Söz konusu işsizlik tanımı ve oranları olunca bu çelişki ustalıklı yöntemler olmaksızın gizlenememektedir.
Ustalıklı yöntemlerin kullanılması işsizlik olgusunun günümüz toplumuna özgü yapısından kaynaklanıyor oluşu. Bu anlamda, günümüzün toplumsal yapısı olan emperyalist-kapitalist sistem içinde işsizlik ya arızi bir sonuç olarak gösterilir ya da sonucun etkileri azaltılmaya çalışılır. Elbette burada var olan durumun etkisinin azaltılmasından daha çok, istatistik biliminin incelikli yöntemleri aracılığıyla sonuçların boyutu daha az gösterilir.
Hâlbuki işsizlik olgusu ne piyasalar üzerinde etkili olan kurumların suçudur, ne de yönetimdekilerin eksikliklerinin. İşsizlik olgusu kapitalist topluma özgü yasaların ürünü olarak ortaya çıkar ve kapitalist sistemin, tıpkı krizler gibi, bizatihi doğasında vardır. Sermaye birikim sürecinin ürünü olarak bu birikim sürecinin dayandığı rekabet, kârın maksimizasyonu, yeniden üretim süreci gibi olguların sonucunda işsizlik olgusu gerçek bir toplumsal görüngü haline dönüşmüştür.
İşsizliğe bu tür bir yaklaşım ile ilişkilendirilmesi kapitalistler açısından mümkün olmadığı için işsizliğin ölçümü noktasında da sağlıklı veriler elde etmek mümkün olmuyor. Bir ölçüm yöntemi olarak işsizliğin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün verilerine göre düzenlenmesi mümkün olan en “yansız” görünümü sunduğu düşünülse de, işsizliğin ölçümü konusunda da sorunlar ortaya çıkıyor. Türkiye ölçeğinden bakıldığında ölçülen işsizlik verisinin gerçeği yansıtmaması olağan hale geliyor.
Gene de çelişkili yapının “hatalı tanıma” rağmen açığa çıkartılması mümkün. Buna göre işsizliğin ölçülmesinden ele alınacak daha geniş perspektifli bir yaklaşım, bu olgunun hangi ölçütte olduğuna ilişkin veriyi bizlere sunabilir. Genel kabul işsizliğin ölçülmesinde iki kriterin kullanılmasıdır. Bu genel kabule göre bir kişinin işsiz sayılabilmesi için son üç ay içinde işsiz olarak iş araması ve on beş iş günü içerisinde işe başlamak üzere olabilecek durumda olan kişiler işsiz sayılmaktadır. [1] TÜİK, bu tanımda üç ay olan süreyi 2014’ten itibaren bir ay olarak hesap etmektedir.
Öte yandan bu tanımın başlangıç noktasının dahi sorunlu olduğu kabul edilmek zorunda. Zira, Türkiye’de yapılan araştırmalara göre ortalama bir işsizin işsiz kalma süresi 8 aydır. [2] Bu süre içinde işsiz kalan bireyin işe ulaşma süresi arayış süresinden daha uzundur. Elbette bu 8 ayın son üç ayı içinde kişi iş arayabilir. Ancak ortalamanın üzerinde kalanların bir süre sonra “ümidi kırılmış” olarak işgücünden uzaklaşması doğal karşılanmalı. Dolayısıyla resmi işsizlik verileri ile gerçek işsizlik olgusu arasındaki fark başlangıçta tanımdan doğmaktadır.
Bununla beraber istihdam edilmenin eksik biçimleri, sermayenin birikim sürecinin bir parçası olarak görüldüğünde işsizliğin geniş tanımı ortaya çıkmaktadır. Türkiye örneğinde yıllara göre ölçüldüğünde, resmi işsizlik oranı ile gerçek işsizlik oranı arasında 1:2’lik bir oran bulunmaktadır. Tablo 1’e göre bu oran ortalama bir eğilim olarak uzun bir süredir korunmaktadır. İşsizlik resmi olarak yüzde 10 dolaylarında gezinirken, geniş tanımlı işsizlik oranına göre yüzde 20’ler civarında gezinmektedir.
Tablo 1. Yıllara Göre Resmi ve Gerçek İşsizlik Oranı
2008 krizinin etkisinin 2009’da kitlesel işsizliğe neden olmasının ardından işsizlik çift haneli sayılara demir attı. 2010 yılının ölçüm açısından bir milat olarak ele alınması şaşırtıcı sayılmamalı. Üstelik böyle bir kıyaslama sanayi üretim endeksi ile de uyumlu. Resmi işsizlik sayısı ortalamasının Nisan 2018 itibariyle 3 milyon 237 bin kişi olduğu Türkiye’de, gerçek işsiz sayısı 6 milyon 72 bin kişiye ulaşmış durumda. Üstelik bu veriler 2010’dan beri incelendiğinde benzer bir durumun olduğu görülüyor. Eksik istihdam biçimi yarıya yarıya azalmasına karşın iş bulma ümidini yitirenlerin sayısında 400 bine yakın artış var.
Öyleyse akıllara şu soru rahatlıkla gelebilir; bunca çabaya rağmen neden işsizlik azalmıyor?
Aslında bu sorunun cevabı biraz karmaşık. Liberal iktisatçılara göre sorun yapısal ve enflasyon merkezli. Bu iktisatçıların anlayışına göre enflasyon ile işsizlik arasında yapısal bir bağ bulunuyor. Ancak bu eskimiş bir görüş olduğu gibi, gerçekleri de yansıtmıyor. İşsizliğin genel bir eğilim olarak “doğal işsizlik” oranı olarak tanımlanması gerçek anlamda sermaye düzeninin bakış açısıdır. Hâlbuki iş sürecinin bunca karmaşık hale geldiği bir dünyada gerçekte herkese kadar yetecek çalışma ortamı rahatlıkla sağlanabilir. Dolayısıyla “doğal işsizlik” oranı tanımlaması, gerçekte “biz bu kadar insana iş bulabilecek bir düzene sahip değiliz” anlamına gelmektedir ve bir itiraftır.
Türkiye’de uzun yıllardır sermaye birikim sürecinin gelişim eğrisi olarak bölgesel, sektörel, cinsiyete ve yaşa bağlı işsizlik olgusu gelişmiş durumda. Ancak bunun arkasında yatan neden istihdamın hangi kaynaktan beslendiği ile yakın ilişkili. Sanayi üretim endeksi ve sanayi istihdamı arasındaki ilişkiye bakıldığında 2010 yılından bu yana endeksin yüzde 35 oranında arttığı, ancak istihdamın yüzde 10 civarında gerilediği gözlemleniyor. Makine-teçhizat yatırımlarının artmadığı, bir başka deyişle teknolojik altyapının güçlendirilmediği gözlemlendiğinde bu artışın kaynağının daha uzun çalışma saatleri kaynaklı olduğu açığa çıkmaktadır. Bir başka deyişle sanayi sektöründe “sömürü düzeyi” artmıştır.
Tablo 2. Yıllara göre sanayi üretim endeksi ve istihdamı
Dolayısıyla burada açığa çıkan sonuç Marx’ın deyimiyle işsizliğin aslında “yedek sanayi ordusu” anlamına geldiğidir. Bu nedenle işsizlik olgusu sınıf mücadelesinin yasalarına ve onun sonuçlarına bağlı olarak gelişmektedir. Türkiye’deki işsizlik olgusunun kapitalizmin yasalarından kurtulmadan çözmek ise susuz bir biçimde kumdan kale yapmaya benzemektedir.
Siz siz olun ne kumdan kale yapın, ne de kapitalizme güvenin!
[1] http://www.tuik.gov.tr/MicroVeri/Hia_2004/turkce/metaveri/tanim/index.html
[2] Arslan Hülya, Şentürk İsmail, Türkiye’de işsizlik süresinin bireysel belirleyicileri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Nisan 2018, c.13, s.1, 113-128
PUSULA 1 | ‘Veriler’ yalan söyler mi?: Türkiye’de işsizlik verileri ve sınıf mücadelesi
Bu haber en son değiştirildi 14 Ağustos 2018 10:12 10:12
Bornova İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okullara gönderilen yazı ile ÇEDES projesinin uygulanması istendi ve…
Emlak Konut GYO A.Ş'nin KAP'a yaptığı açıklamada, Suudi Arabistan'da şirket kuracağını belirtti.
Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, ülkede sıkıyönetim ilan edildiğini duyurdu.
Diyarbakır'da Narin Güran'ın cansız bedenini dereye sakladığını itiraf eden tutuklu sanık Nevzat Bahtiyar'ın "suçu üstlenmesi"…
AFAD verilerine göre Bursa, Mudanya'da 3.6 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Sarsıntının derinliği 7.01 kilometre…
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'Cesur olacağız, yeni adımlar atacağız'…