RÖPORTAJ | Yönetmen Vuslat Saraçoğlu ile 'Borç' filmi ve iyilik üzerine
Vuslat Saraçoğlu'nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, başrollerinde Serdar Orçin, İpek Türktan Kaynak, Rüçhan Çalışkur gibi oyuncuların yer aldığı 'Borç' filmi geçtiğimiz günlerde vizyona girdi.
”Bizim toplumumuzda insanları iyilik yapmaya yönlendiren çok güzel bir kültür var. Bireyci olmaması, paylaşmayı, yüce gönüllülüğü teşvik etmesi, bunları bir vasıf olarak addetmesi kıymetli geliyor bana. Fakat düşünün, günde on beş saat çalışan birisi ne kadar yardımsever olabilir ki? Bu sadece çalışma saatleriyle de ilgili değil. Mutsuz olduğu, aşağılandığını hissettiği koşullarda çalışan birisi, kendisine olan saygısını üretemeden başkasının iyiliğini düşünecek noktaya nasıl gelebilir? Ya da sadece iş hayatıyla ilgili değil, apayrı mutsuzluk kaynakları olabilir bir insanın. Ve bunlar hep çeşitli eşitsizliklerin sonucunda olan mutsuzluklarmış gibi geliyor bana.”
Vuslat Saraçoğlu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, başrollerinde Serdar Orçin, İpek Türktan Kaynak, Rüçhan Çalışkur gibi oyuncuların yer aldığı ‘Borç’ filmi geçtiğimiz günlerde vizyona girdi.
Film, 37. Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kategorisinde ‘En İyi Film’ ödülüne, 8. Malatya Film Festivali’nde ise ‘Lütfi Akad En İyi İlk Film’ ödülüne layık görülmüştü. Ayrıca film, 6. Boğaziçi Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ (İpek Türktan) ve ‘En İyi Kurgu’ (Naim Kanat) ödüllerinin de sahibi oldu.
Gazete Manifesto olarak ‘Borç’ filminin yönetmeni Vuslat Saraçoğlu ile film üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlere sunuyoruz:
– Borç filmi birçok festivalden ödülle döndü. 30 Kasım’da da vizyona girdi. Şimdilik geri dönüşler nasıl? Nasıl gözlemliyorsunuz filmin etkisini izleyenlerde?
Geri dönüşler gayet iyi. Her geçen gün daha da iyi oluyor. Filmimiz anında göze çarpan bir fosforluluğa, insanı ilk bakışta cezbedecek unsurlara sahip değil. İddiası sadeliğinde ve katman katman açılan inceliklerinde yatıyor. İzleyenler arttıkça tartışma çoğalıyor. Dolayısıyla zaman lehimize işliyormuş gibi hissediyorum. Ayrıca ayrı kesimlerden insanlara hitap ediyor olması, pek çok kişinin filmin içinde farklı anlamlar bulması da son derece mutlu edici. Kurgu sürecinde birkaç arkadaşımın kayınvalidelerine izletip onlardan görüş almıştım. O zaman “Hiç sıkıcı bir film değil, herkes kendinden bir parça bulacak” demişlerdi. Geri dönüşler de çoğunlukla bu yönde oldu. Kayınvalideler bu işi biliyor…
‘Bazen iyilik yapabilmek de lüks oluyor’
– Filmin ‘iyilik’ kavramı üzerine olduğu söyleniyor. Ancak filmi izlediğimizde kavramın çağrıştırdığı gibi bir soyutluktan ziyade nesnellikten türeyen, toplumsal koşulların belirleniminde bir ‘iyi’ konu edinilmiş daha çok. Sizin düşünceniz neydi, aslında neyi anlatmak istediniz bu filmde?
Toplumsal koşulların belirleniminde bir “iyilik”ten de söz ettik elbette. Bazen iyilik yapabilmek de bir lüks olabiliyor çünkü. Bizim toplumumuzda insanları iyilik yapmaya yönlendiren çok güzel bir kültür var. Bireyci olmaması, paylaşmayı, yüce gönüllülüğü teşvik etmesi, bunları bir vasıf olarak addetmesi kıymetli geliyor bana. Fakat düşünün, günde on beş saat çalışan birisi ne kadar yardımsever olabilir ki? Bu sadece çalışma saatleriyle de ilgili değil. Mutsuz olduğu, aşağılandığını hissettiği koşullarda çalışan birisi, kendisine olan saygısını üretemeden başkasının iyiliğini düşünecek noktaya nasıl gelebilir? Ya da sadece iş hayatıyla ilgili değil, apayrı mutsuzluk kaynakları olabilir bir insanın. Ve bunlar hep çeşitli eşitsizliklerin sonucunda olan mutsuzluklarmış gibi geliyor bana. Sadece ekonomik eşitsizlikler değil dediğim gibi. Toplumsal cinsiyetiniz, şans eseri hangi karakter yapısındaki bir ailede büyüdüğünüz konusu bile size bir üstünlük ya da yoksunluk sağlayabiliyor.
‘Umudum daha fazla, bu toplumun insanlarına güveniyorum’
Ben o yüzden insanların durduğu pozisyonlara bakarken çok temkinli yaklaşırım. İnsanları bulunduğumuz konforlu alanlardan çok kestirmeci şekilde yargılıyoruz gibi geliyor bana. Politik duruşlarını falan değerlendirirken de hep bu eşitsizlik gözden kaçırılıyor. Mesela hali vakti yerinde, “demokrat” bir ailede yetişen, kendini “aydın görüşlü” diye tarif eden bir insanın onun koşullarına sahip olamamış, küçüklüğünden beri değersizlik hissiyle boğuşmuş birini belki yalnızca aidiyet duygusu ihtiyacıyla içine girdiği bazı yönelimlerden dolayı kafadan üstünü çizmesi bana hiç adaletli gelmiyor. Babasının sağladığı koşullarla üç dil öğrenmiş birinin, “present perfect tense”i öğrenmekte güçlük çeken bir üniversite öğrencisini aşağılaması gibi adaletsiz buluyorum bu yaklaşımı. Her ne ise çok da uzatmayayım, bana zaten pek çok şey türlü toplumsal eşitsizliklerin bir sonucuymuş gibi geliyor, o yüzden de umudum daha fazla. Bu toplumun insanlarına güveniyorum. Uygun koşullar oluştuğunda gerçek iyilik ne ise ona yönelik doğal eğilimlerin daha belirgin şekilde ortaya çıkacağına inanıyorum.
– Filmin hazırlık sürecinde nerelerden beslendiniz? Sizi etkileyen bir roman veya başka bir film ya da bir şiir var mıydı, yazım sürecinde ilham aldığınız?
Terry Eagleton’ın “Kötülük Üzerine Bir Deneme” kitabının, filmin kavramsal arkaplanını ve senaryoyu oluştururken doğru soruları sordurması açısından katkısı oldu. Bunun dışında Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” çerçevesinde söylediklerinin de uzun süre zihnimde döndüğünü söyleyebilirim. Filmden sonra bir vesileyle Kieslovski’nin “Kırmızı”sının, Tolstoy’un Anna Karenina’sında Kiti ile babası arasında geçen bir konuşmanın da beni etkilemiş olabileceğini farkettim.
– Son dönem sinemamızda sıklıkla gördüğümüz ‘taşranın bir eleştirisi’ni yapma amacınız da var mıydı peki? Bir İç Anadolu şehrinin seçilmesi, geleneksel bir aileyi izliyor olmak böyle bir beklenti de yaratıyor izleyicide sanki.
Yok, taşrayı eleştirmek gibi bir niyetim yoktu. Zaten filmin meseleleri bu toplumun her insanını ilgilendirecek cinsten meseleler. Çekim için Eskişehir’i seçmem biraz İstanbul’daki prodüksiyon koşullarından korkmuş olmamdan kaynaklanıyordu. Zaten bir süre sonra da farkettim ki, Eskişehir hikayeye de çok büyük bir katkı sağlıyor. Film İstanbul’da geçseydi, senaryoya İstanbul’a ve büyük şehire has zorlukları da katmam gerekecekti; bu da konuyu dağıtabilirdi. Öte yandan Anadolu’nun diğer küçük şehirlerinin de hikaye açısından başka yan etkileri olabilirdi. Mesela doğunun bir ili, Karadeniz ya da Ege’de bir şehir başta aksan olmak üzere pek çok karakteristik yapısıyla izleyiciyi filmdeki karakterlerin temsili olduğu hissinden alıkoyabilirdi. Ben istedim ki Tufan’ın ya da diğer kişilerin bu toplumun her bölgesinde bulunduğunu düşünelim.
– Huriye ile Dilek karakterinin başka bir hikayesi var mıydı? Filmi izlerken merak uyandıran bir unsur çünkü. Dilek bir travma taşıyor, Huriye ise suçluluk duygusu içerisinde gibiydi?
Evet, tamamen öyle. Dilek zor bir çocukluk geçirmiş, bir sebepten annesine kırgın, kızgın ya da hiçbiri değil, sadece alışılagelmiş bir yakınlık hissedemiyor. Çünkü alışılagelmiş bir çocukluk yaşamamış. Bu meseleyi daha fazla deşsem duygu sömürüsüne kaçabilirdik, ayrıca konu dağılabilirdi. O yüzden bilerek kapalı bıraktım. Yedi yaşında bir çocuğun banyoda kendini boğmaya kalkmış olduğu bilgisi, o evde ağır şeyler yaşanmış olduğu hissini yeterince verebilirmiş gibi geldi bana. Dileyen bu ağırlığı istediği gibi yorumlasın istedik.
‘Hayata bakışım ne ise filme de yansımıştır’
– Filmde herkesin iyi veya kötü diyeceğimiz yanları var. Hak verdiğimiz ya da sinirlendiğimiz tarafları. Bir tek Tufan’ın patronunda her davranışının altında başka bir kötülüğü görüyoruz. Burada sınıfsal bir vurguya da yer verdiğinizden bahsedebilir miyiz?
Aslında patronu da çok kötü çizmemek için elimden geleni yaptım. Kastı yaparken o yüzden herkesin zihnindeki patron suretine yönelmedim. Kel, uzun boylu, despot tipli birini seçmek mümkünken; temiz yüzlü, yumuşak ifadeli, hoş ve yer yer insana sıcaklık veren bir kişi olarak hayal ettim patronu. Sınıfsal vurguyu dışardan enjekte etmeye çalışmadım ama hayata bakışım ne ise filme yansımıştır kesin.
– Mukaddes karakterini de sormak istiyorum. Aslında mutlu denebilecek bir aile, iyi insan denilebilecek bir eş söz konusu ama kadının bu koşullarda dahi üstlendiği rolün eşitsizliği çok yalın bir biçimde anlatılmış. Sizin vermek istediğiniz mesaj neydi burada?
Tufan her ne kadar “iyi” biri olmaya çalışsa da, Mukaddesi’i çok sevse de bazı “yanlış”lar yapmaktan da kendini alamıyor. Çünkü öyle öğrenmiş. Otomatik olarak bazı düşüncesizlikler ve kabalıklar içine giriyor. Mukaddes’e olan düşkünlüğünden hiç şüphemiz yok; hatta Mukaddes ona dese ki “şurada çok saçma sapan davrandın, beni uyurken uyandırdın, senin yüzünden çok yoruluyorum” Tufan hemen kendini suçlamaya başlar gibi geliyor bana. Ama yine de benimsetilmiş toplumsal roller çerçevesinde içselleştirdiği bir takım hal ve hareketleri var ve kısa sürede bunun dışına çıkması zor.
‘Görünenin, pazarlananın altındakileri anlatmak ilgimi çekiyor’
– İlk filminiz olmasına rağmen çarpıcı bir hikayedense son derece basit bir konu üzerinden detaylarla düşündürmeyi seçmişsiniz. Örneğin kadının toplumdaki yerine dair bir şey söylenmek isteniyorsa akla ilk gelen şiddeti ele almak oluyor. Hatta film gösterimi sonrası yapılan söyleşide de biri demişti, ‘Tufan şiddet gösterecek bir karakter, onu da görmek isterdik’ diye. Bu türden bir konuya özellikle mi girmek istemediniz? İlla çarpıcı bir detaya ihtiyaç olmadan aslında sıradan bir aile içerisinde de kadınların yaşadıklarına ayna tutma amacınız varmış gibi hissettiriyordu?
Evet, basit bir konu üzerinden detaylarla düşündürmeyi seçtim. Tufan’ı şiddet kullanan biri olarak gösterseydim Tufan’ı hemen canavarlaştıracak ve içimizdeki Tufan’larla yüzleşemeyecektik. (Ki hiçkimseye fiziksel şiddet yöneltmeyen erkeklerin sayısı da bir hayli fazla.) “Kötü”nün kötü olduğunu teslim etmek kolaydır. Önemli olan yüzeyde görünen pozitif özelliklerin içindeki sızıntıları yakalamak gibi geliyor bana. Ya da görüntüdeki hakim özellik neyse onun arkasına bakmak. “İyi” görünenlerin içinde gizlenmiş kötülükleri, “kötü” görünenlerin içinde gizlenmiş iyilikleri, zalimliklerin altındaki naiflikleri, adalet savunucusu gibi görünüp de en temel adaletsizlikleri yapanları, hak savunucusu gibi görünüp yeri geldiğinde en temel hakları gaspedenleri, sabah akşam sansürü eleştirip işine gelmediğinde en temel sansürcü kesilen kişi ve yapıları anlatmak önemli geliyor bana. Yani görünenin, sunulanın, pazarlananın altındakiler ilgimi çekiyor. Ve ancak bunları yapabildiğimiz zaman o filmin konusunu kendimizden uzaklaştırmayız bu sayede de iğneyi önce kendimize veya yakınımızdaki insanlara batırma şansımız doğar diye düşünüyorum. Ama elbette bu bir tercih, başka bir hikayede daha keskin hatlı karakterleri anlatmak gerekebilir.
– Son olarak yakın zamanda yeni film veya belgeseller izleyecek miyiz sizden?
Evet, şu an çok heyecanlandığım bir uzun metraj belgesel projem gündemde. BORÇ’un işleri seyrelir seyrelmez ona yöneleceğim.