İnönü’nün Hatıralar’ını Okurken -2

Hatıralar’ın ikinci cildi 9 Eylül 1922’den 1938’e dek geçen dönemdeki olayları anlatıyor. Bu yazıda yinedikkate değer bulduğum belli kısımları seçerek yorumlamak istiyorum.

Candan Badem

Hatıralar’ın ikinci cildi 9 Eylül 1922’den 1938’e dek geçen dönemdeki olayları anlatıyor. Bu yazıda yine dikkate değer bulduğum belli kısımları seçerek yorumlamak istiyorum.

İnönü Lozan’da Osmanlı eski hariciye nazırı Noradunkyan Efendi ve eski Ermeni ihtilacilerden Paşalyan Efendi ile görüşmesinde Paşalyan İsmet Paşa’ya İstanbul’da ilk Ermeni ihtilalinin Osmanlı Bankası’na karşı olduğunu söylüyor. İsmet Paşa’nın yorumu ise şöyle: “Hiç işitmemiştim. Bilmediğim vakalar”. (sf. 80). Ben bunu okuyunca gözlerime inanamadım. İsmet Paşa gibi bir İttihatçı kurmay subayın İstanbul’un merkezinde 1896’da olmuş Osmanlı Bankası baskını gibi çok duyulmuş, bilinen bir olaydan habersiz olması mümkün müdür? Tamam, İsmet Efendi İttihatçı olmakla birlikte milli mücadele öncesinde siyasetin merkezinde değildi, ancak böyle büyük bir siyasi olaydan tamamen habersiz olduğunu söylemek? Bana çok garip ve samimiyetsiz bir ifade gibi geldi. Acaba paşa bu hatıraları 1968 yılında yazdırırken unutmuş olabilir mi desek de konuşmaları gayet ayrıntılı bir biçimde hatırladığına göre paşanın belleğinin zayıf olduğundan söz edemeyiz. Hakikaten anlaşılması güç bir durum.

Paşa’nın Lozan’da Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar konusu görüşülürken bir İngiliz diplomatından aktardığı şu ifade emperyalizmin kendi vaatlerinden vazgeçerken biraz uğraşmış görüntüsü vermeye çalıştığını gösteriyor: “İsmet Paşa! Senelerce çok şeyler söyledik, çok şeyler vaat ettik. Bütün dünyada çok taahhüt altına girdik. Şimdi bunlara son verirken, bu kadar merasim yapılmasını neden yadırgıyorsun?”

İsmet Paşa İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un şu sözlerini de unutmamıştır: “Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size göstereceğiz”.

Lozan’dan üç ay sonra Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyetin başkenti Ankara oldu. İnönü Ankara’da ilk elçilik binasını SSCB’nin yaptığını teyit ediyor.

İsmet İnönü’nün Şeyh Sait İsyanı hakkındaki sözlerinde benim için dikkati çeken husus, paşanın bu hilafetçi gerici isyanı İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığına dair kesin deliller bulunamadığını itiraf etmesidir. (sf. 202). Buna rağmen bugün bile bazı Kemalistlerin isyanı İngiliz oyunu olarak göstermeye çalışmaları karşısında diyeceğimiz şudur: Bari İsmet Paşa’yı okuyun! Kemalistlere bunu derken isyanın görünüşte hilafetçi olmasına karşın arkasında Kürt ulusal talepleri ve ulusçu Azadi örgütünün olduğunu iddia eden Kürt milliyetçiliğinin tezlerinin de çok sağlam olmadığını ifade etmek gerekiyor. Ermeni devleti kurulmasını esas tehdit olarak gören Kürt feodal beyleri yerel boyutlu Koçgiri isyanı haricinde milli mücadelede ve Lozan Konferansı sırasında TBMM hükümeti ile birlikte hareket etmişlerdi. Şeyh Sait başarılı olsaydı büyük ihtimalle laik Kürt milliyetçilerini de tasfiye edecekti.

İsmet İnönü’nün anılarında alfabe reformu ile ilgili kısım ilginçtir. Atatürk’ün 1928’den iki yıl öncesinden beri Latin harflerine geçmek istediğini söylüyor. Yani Atatürk daha 1926’da bu işi önüne koymuştur ancak biraz İnönü’nün cesaretini kırması yüzünden iki yıl sürüncemede geçmiştir. Atatürk’ün Şubat 1926’da Bakü’de toplanan 1. Türkoloji Kurultayı’nı izlediği biliniyor. Kurultaya Türkiye’den Fuat Köprülü de katılmıştır. Kurultayda bütün Türk halkları için Latin alfabesi kullanılması kararı alınmıştır.

İnönü Latin harflerine geçildikten sonra başbakan olarak yeni harflerin sıkı bir taraftarı olmuştur. Ancak tahmin ettiği üzere bürokrasideki bazı kişiler eski alışkanlıklarını bozmamak için resmi yazıları iki alfabeyle yazdırıp Arap harfleriyle yazılmış nüshasını okuyarak Latin harfli resmi nüshayı imzalamışlardır. Nitekim genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak (İnönü adını vermeden mareşal diyor) böyle yapmıştır. Belli bir yaşın üzerindeki kuşak için yeni harflere alışmak kolay olmamıştır. Yanılmıyorsam tarihçi Kemal Karpat’ın yazdığına göre, bazı üniversite hocaları da ders notlarını Arap harfleriyle yazmaya devam ettikleri için kendisi bu notların transkripsiyonunu yaparak harçlığını çıkarıyordu. İnönü’nün şu sözleri kayda değer: “Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa’yı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk.” (sf. 223)

1932’de İnönü Moskova’yı ziyaret eder. SSCB hükümeti Türkiye’ye 8 milyon dolarlık, faizsiz, 20 yıl vadeli ve geri ödemesi de Türkiye’nin ihraç malları ile yapılacak olan bir kredi verir. İnönü bu kredinin şartlarını Ankara’daki İngiliz elçisine anlattığı zaman elçi “müstesna bir şey” der. İnönü Stalin’le de epey görüşmüştür. Stalin’in bir ara “bu Serbest Fırka hareketi neydi? Nasıl yaptınız? Nasıl yapabilirsiniz?” dediğini aktarıyor ve “bize mahsus bir şeydir” diyerek kısa kestiğini söylüyor. Stalin’in “buna ne gerek vardı” gibisinden sorduğu izlenimi doğuyor ancak tam olarak ne demek istediği anlaşılmıyor. Stalin’in İnönü’nün yanında Sovyet dış işleri bakanı Litvinov’un devrimden önce yurt dışına parti izni olmadan çıkmış olduğundan söz etmesi ilginç görünüyor. İnönü de Stalin’in teklifsiz konuştuğunu kaydediyor. Stalin Troçki hakkında da “Enver Paşa gibi fantezist” ve “birtakım hayal içinde ölçü bilmeyen insan” tanımını yapıyor. Acaba İnönü’yü tam bir dost olarak gördüğü için mi? İnönü Stalin’in İngiltere’ye olan düşmanlığını da gösterdiğini söylüyor. İnönü’nün Stalin’e koyduğu “teşhis” de anmaya değer: “tecrübesi çok, çalışkan, arkadaşlarına yetişmeye, onları tamamlamaya çalışıyor, son derece dikkatli, Rus milliyetçisi”. Sonuncu teşhisine katılmıyorum, ancak ancak Stalin’in kültürel açıdan epeyce Ruslaşmış bir Gürcü olduğunu düşünüyorum. İnönü, 1932’de Stalin ve Sovyet yönetiminin Batı ile yeni bir savaş olacağından emin olduklarını ve buna hazırlandıklarını da kaydediyor. Bu nedenle silah fabrikalarının Stalin’in isteği üzerine Ural dağlarının doğusuna yapıldığını belirtiyor. Bu yorum Stalin’in 1941’de savaşa hazırlıksız yakalandığı yorumlarını çürüten bir örnek. Stalin daha 1930’da “önümüzdeki on yıl içinde Batı ile aramızdaki 50 ya da 100 yıllık farkı kapatmak zorundayız yoksa mahvoluruz” demişti.

Son olarak İnönü’nün anılarında Dersim’den nasıl söz ettiğine bakalım. İnönü bu konuda resmi ideolojinin özeti gibidir, şaşırtıcı bir şey söylemez. Dersim’in daimi bir huzursuzluk yuvası olduğunu, meselenin aslında kültürel ve iktisadi olduğunu, Dersim ayaklanmalarının doğrudan doğruya şekavete (eşkıyalığa) dayandığını, şeyhler ve reislerin şekavetin mahsulünden aslan payını aldığını ve sıradan halkı peşinden sürüklediğini söyler. Sorunun çözümünün de ulaşımda olduğunu ve Dersim’in kuzeyine ve güneyine demiryolu gelmesinin meseleyi hallettiğini söyler. Kendisinin başbakanlıktan ayrıldığı tarihte (Eylül 1937) Dersim meselesinin iyi bir neticeye bağlanmış olduğunu iddia eder. “Biz Dersim’i o halde bıraktık” diyor. Burada İnönü kendinden sonraki başbakan Celal Bayar devrinde sorun çıktığını ima eder gibi görünüyor. Ancak ne kendi döneminde ne de Bayar döneminde Dersim’de yapılan operasyon ve planlı katliamdan hiç söz etmiyor. İnönü’nün eşkıyalık, ağalar, şeyhler, feodal kalıntılar söylemi Aydınlı toprak ağası Adnan Menderes’in neden CHP mebusu yapıldığını açıklamaz bize. Eşkıyalığa gelince o devirde eşkıyalık İzmir ve Trabzon çevresinde de vardı. Suriye sınırı boyunca da vardı. Artık daha iyi biliyoruz ki Dersim’de 1937-38’de bir isyan olmadı. 1935’ten beri planlanan bir askeri operasyon yapıldı.