Joker: Amerikan rüyasının sonu ve ezilenlerin öfkesi
Joker filminde de sistem ilk kurşunu kendi bacağına sıkıyor. Şöyle ki, palyaçoluk yaparak hayatını kazanmaya çalışan bir adam olarak karşımıza çıkıyor, Arthur Fleck. Daha sonra Joker’e dönüşecek bu adam, filmin hemen başında öğreniyoruz ki zaman zaman sosyal hizmetler görevlisine gidip ilaçlarını alarak akıl sağlığını koruyor. Akıl sağlığı dört koldan tehdit ediliyor...
Kaan Kavuşan
* UYARI: Yazı özellikle filmdeki sosyal durumu çözümleme amaçlı olduğundan, filmin içeriğine ve senaryosuna dair bilgiler içermektedir.
Filmin hemen girişi: Başlangıçta New Jersey olarak düşünülse de zaman geçtikçe seksenli yılların New York kenar mahallelerini baz aldığı söylenen kurgusal Gotham şehrinde işsizlik almış başını gitmiş bir halde. Her yer çöp yığınına dönmüş, çöpçülerin grevi var, şehri de fareler basmış. Sokaklarda evsizler varilleri yakıp ısınmaya çalışıyorlar. Belediye başkanı adayı, zengin Thomas Wayne ise daha sonra yılmaz suç savaşçısı Batman’e dönüşecek olan oğlu Bruce’un, “çöpçüler grevdeyse, çöpü nereden satın alacağız” dediğini gülerek anlatıyor televizyonda. Çizgi roman aleminin en yozlaşmış şehri baştan aşağı kokuyor. Alt sınıfların kıyafetleri ve mahallelerindeki fiziki kokuya, yöneten sınıf burjuvazinin sınıfsal çürümesinin kokusu karışıyor. Bu açıdan baktığımızda filmin 1981 yılında geçmesi hiç sürpriz değil elbette; yönetmen Todd Phillips’in derdi belli ki neo-liberalizmle. ‘81 de bu acımasızlığın ilk palazlandığı, yeni başkan seçilen Ronald Reagan’ın iki ay sonra bu kargaşa ortamında suikasta uğrayıp yaralandığı yıl. Buraya geri döneceğiz ama biraz daha neo-liberalizmden bahsedelim.
Neo-liberal kapitalizm yorumunda sosyal darwinizm vardır: “En güçlü olan sınıflar ve topluluklar diğerlerini ezerek veya köleleştirerek refahlarını sağlayabilirler. ‘Yaşamın gerçeği budur, en güçlü hayatta kalır. Bu yüzden zayıfların yaşama hakkı bile yoktur. Kapitalizmin sadakası sosyal devlet budanmalı, her koyun kendi bacağından asılmalıdır.” Bu sisteme göre, zenginler sömürüye devam eder ama kazandığının çok düşük meblağına denk gelen vergileri dahi ödemek zül gelir. Onlara göre oturduğu yerden para kazanan kendileri değil, sömürdükleri alt sınıflar beleşçidir. Piyasa yolunu bulacaktır.
Bu anlayışın sebebi açıktır esasında: Burjuvazi zenginliğine zenginlik katmak için, ezilmişliği sürekli yeniden üreterek sömürünün devamını sağlamalıdır ki emek sömürüsünden elde ettiği kârı maksimize edebilsin. Elbette ki bu bencil istek, toplumsal sınıflar arasında uçurumu arttırıp sosyal patlamaları beraberinde getirecektir ama olsun, burjuvazinin bireyleri öyle izansız ve kendi çıkarlarını düşünür hale gelir ki sorunlara önerdiği çözüm; had bildirmek ve şiddet uygulamaktan ileri gitmez. Ama sistemin bu açmazı, her zaman toplumsal bir enerjinin birikmesine ve başka bir türlü bir şiddete sebep olur.
SİSTEM KENDİ AYAĞINA SIKARKEN
Joker filminde de sistem ilk kurşunu kendi bacağına sıkıyor. Şöyle ki, palyaçoluk yaparak hayatını kazanmaya çalışan bir adam olarak karşımıza çıkıyor, Arthur Fleck. Daha sonra Joker’e dönüşecek bu adam, filmin hemen başında öğreniyoruz ki zaman zaman sosyal hizmetler görevlisine gidip ilaçlarını alarak akıl sağlığını koruyor. Akıl sağlığı dört koldan tehdit ediliyor: Şahsi travmalarının yanı sıra, fakirlik, bakmak zorunda olduğu bir annenin yükü, sokaklarda şiddete maruz kalacak kadar “ezilen” oluşu ve tabii ki ait olduğu sınıf. Amerikalının kültürel kodlarında direkt “eziklik” olarak bellenen (mesela anneyle yaşamak) her şeyi yaşayan bir proleter olduğunu rahatça söyleyebiliriz Fleck’in. Satacak emeğinden başka hiçbir şeyi yok gibi görünüyor. Dolayısıyla işsizlikle boğuşan bu şehirde, işinden olması ve bir zaman sonra belediyenin ödentiyi kesmesi sebebiyle ilaçlarını nereden alacağını bilememesi bir sınıfsallığın ürününe dönüşüveriyor. Özellikle de Trump-Sanders & Obama çekişmesinde en büyük tartışmalardan birinin Sanders’ın ücretsiz, Obama’nın “uygun” fiyata, Trump’ın ise parasıyla sağlık kampanyası üzerinden geçtiğini hatırlarsak, Phillips burada safını açıkça ortaya koymuş oluyor ve sistem, haplarını alamayan Fleck’ten Joker’i yaratmanın ilk adımlarından birini aslında kendisi atıyor. Parası olsa geçmişiyle başa çıkıp sağlığını koruyabilecek olan Fleck, parasız kaldığı için Joker’e dönüşmeye başlıyor.
Yönetmenin bir çizgi roman kahramanını, mecrasının içinden çekip gerçek bir karaktere dönüştürmesi de bu aşamada isabet kazanıyor. Joker’in dünyasında bugün de karşılığını bulan katı sınıfsal uçurumlar var. Film politik alt metnini hazırlarken, tipik liberal bir bakış açısıyla devlet-sivil çatışması kurmuyor. Hatta devletin kurumsal varlığını ortada görmüyoruz. Oysa filmde şehri yönetmeye talip olan şey Thomas Wayne’in şahsında sermayenin ta kendisi, kanun da o devlet de o. Karşısındaysa toplum var. Artık her şey John Reed’in “Dünyayı Sarsan 10 Gün” kitabındaki askerin dediği gibi; “Yalnızca iki sınıf vardır. Proletarya ve burjuvazi, bir yanda olmayan, öte yandadır…”
Bundan sonrası bizim kimin yanında olacağımızla da ilgili aslında. Çünkü Joker her ne kadar birkaç yerde politik olmadığını iddia etse de yaptığı eylemler politik sonuçlar vermeye başlıyor. Batman’ın babası Thomas’ı ise, film boyunca ya kendi sınıfıyla birlikte davetlerde gezerken ya da televizyona “alternatif-sağ” tandanslı demeçler verirken görüyoruz. Sokakta gösteriler alıp başını gitmişken, hiç alt sınıflarla empati yapmadan hedefin zenginlere dönmesinden rahatsız olduğunu söylüyor. Kendisi, eylemcileri çapulcuya değilse de “palyaço”ya benzeten bir adam. (Ve Gezi’de nasıl “çapulcuyuz ulan, var mı?” diyenler olduysa, Gotham şehrinde de palyaço figürü sahiplenenler oluyor.) İşlediği suçların kurbanlarının sınıfsal konumu sayesinde Joker’i, deliliğine rağmen bir kitle kahramanına dönüşmek üzere karşımızda buluyoruz.
ÖRGÜTSÜZ TOPLUMUN VARDIĞI NOKTA
Tabii ki Gotham’ın isyan günleri örgütsüz bir toplumun deliliğe meyleden bir resmi de aynı zamanda; sosyalist bir devrim vuku buluyor değil. Her şey kaotik ve akıl dışı. Zaten aklın hâkim olduğu bir yerde, Joker gibi birinin önder olarak kabul edilmesi de pek mümkün değil. Ama ezilenlerin daha da ezildiği, en ufak hakların dahi elden alındığı günlerde, bu sınıflar örgütsüz de olsa sınıf öfkesini kaçınılmaz olarak içlerinde barındırır. Film, burada sadece bu mekaniği işletiyor ve “olacak budur” diyor bir bakıma. Christopher Nolan, The Dark Knight’ta yarattığı Joker’in fazla anarşik bulunması sebebiyle, bir sonraki devam filminde, kötücül yanlarına rağmen devrimci bir figür sayılabilecek Bane’in yandaşlarını polislere dövdürtmüştü. Phillips ise Joker’i şahsi sorunları yanında, aynı zamanda çevresinin ve sistemin bir ürünü olarak görmeyi tercih ederek tarihselci bir tercih yaptığı için başka bir yol izliyor. Joker’i film ilerledikçe empati kurduğumuz bir adamdan, asla empati kurulmayacak işler yapan (mesela annesini ve arkadaşını öldüren, canlı yayında cinayet işleyen) narsist, ilgiye aç bir deliye çevirirken, toplumsal olaylarda da karakterini değil, hareketin işlerliğindeki rolüne dikkat çekiyor. Unutmayalım ki “demokrasinin yılmaz savunucusu”, “adaletli” Pericles, Atina şehir devletini yönetirken patriciler adına plebleri eziyordu ve kendisini deviren isyanda “tiran” Cleon ise halkın desteğini arkasına alıp onların gönlünü hoş tutmuştu. Bu, onların iyi huylu olup olmalarından bağımsız bir gerçeklikti. Böyle delirtilmiş bir toplumda da Joker’in konumu olan bitenle çok uyumlu.
BBC’ye 2014 yılında verdiği bir röportajda, tanrıya inanmadığını ama tanrıdan daha üstün bir gücün olduğunu, bunun da insanların içindeki kolektif enerji olduğunu söylemiş Phillips. Enerji kelimesinin post-modern çağdaki tınısına takılmasak materyalist bir bakış açısı olduğunu, kolektif enerjinin toplumsal emeğe denk düştüğünü bile düşünebiliriz. Elbette ondan bir devrimci veya sosyalist çıkarmıyoruz; Phillips, belli ki en fazla bir sosyal demokrat ya da Keynesyen bir liberal devletten yana ama “ezmeyin artık bu insanları, sonu kötü olacak” diyor bir kendi meşrebince. Yine de bunu yaparken Joker’i bir halk çocuğu, Batman’i ise bir “zengin çocuğu” olarak göstermekten de çekinmiyor.
SCORSESE’YE SAYGILAR
Elbette film tamamen sosyal patlamalarla ilgili değil. Harika bir karakter çalışması var içinde. Fleck, akıl sağlını kaybettikçe onun iç dünyasına ve travmalarına dönüyor, nasıl Joker olduğunu algılamaya başlıyoruz. Joaquin Phoenix’in sinirsel sendromu sebebiyle durmadan attığı her garip kahkahada boğazını tutarak çektiği acı, dışı gülen içi ağlayan bir adamın yükü olarak bize sunuluyor. Yönetmen gerçekten hem karakterin çatışmasında hem de sosyal arka planı kuruşunda oldukça başarılı. Senaryodaki bazı melodramik ve klişe gelebilecek öğeleri bile, kurduğu dünyayı ve karakteri anlatmanın bir aracı haline getirebilmiş. Üstelik belli ki bir Scorsese hayranı olarak bize New York’un arka sokaklarını ve tekinsiz gecelerini gösterirken Taxi Driver’dan esinleniyor. (Yazının başında bahsettiğimiz Reagan’ı vuran suikastçının da Taxi Driver’dan etkilendiğini beyan etmiş olması ayrı bir bütünlüğün ürünü muhakkak.) Komedyen olmak isteyen Joker’in çabasını anlatırken de üstadın başka bir filmi King of Comedy’den göndermeleri yerleştirmiş senaryosuna. Dersine çok iyi çalışmış bir adam var karşımızda.
Son olarak da şundan bahsetmek gerekiyor galiba: Filmin son sahnesi bir isyanın hemen ardında akıl hastanesinde geçiyor. Joker tek başına dans ederek delice hoplayıp zıplarken biz de, “Amerikan Rüyası”nı hatırlatan rüyavari bir sanat yönetimi ve nostaljik bir şarkı eşliğinde, nostaljik bir fontla ekranda “the end” yazısını görüyoruz. Bu aynı zamanda Amerikan Rüyası’nın da “the end”i. Artık gerçekler karşınızda…