Deprem değil kapitalizm öldürür

“Deprem değil binalar öldürür” doğru da, daha doğrusu deprem değil kapitalizm öldürür.

Deprem değil kapitalizm öldürür
Ekim İsmi

 

26 Eylül Perşembe günü tüm ülke deprem gerçeğini tekrar hatırladı. 5.9 büyüklüğündeki ve merkez üssü Silivri açıkları olan depremin sonrasında yaşananlar artık klasikleşen tartışmaları tekrar başlattı. “Bu deprem büyük İstanbul depreminin öncüsü müdür?”, “asıl depremin büyüklüğü ne olur?”, “hangi fayın hangi segmenti kırıldı, bundan sonra hangisi kırılacak?”, “deprem anında ne yapmak lazım?”, “içinde bulunduğumuz binalar depreme ne kadar dayanıklı?” vb. sorular 17 Ağustos depreminden bu yana, 20 yıldan fazla bir zamandır, ara ara soruluyor, tartışılıyor. Kısa vadede kendini hissettiren başka bir deprem yaşanmazsa şayet bu soruların yoğunluğunun tekrar azalacağı da aşikar.

Aşikar olan iki şey daha var: 1) İstanbul ve çevresinin (hatta depremi hissedecek yerleşimleri hesaba katarak söylersek tüm Marmara Bölgesinin) büyük bir depremle sarsılacağı ve 2) ülkenin on yıllardır beklenen bu depreme hazır olmadığı. İşin acı ve tuhaf yanıysa bu hazırsızlığın da faturasının vatandaşlara kesilmesi ve deprem hazırlıklarının bireysel çabalara indirgenmesi. Sanki insanlar oturdukları, çalıştıkları ya da deprem anında yanından geçtiklerin binanın, üzerinden geçtikleri yolun, çocuklarının okuduğu okulun, tedavi gördüğü hastanenin depreme dayanıklılığını kontrol edebilirmiş, binaların, bina zeminlerinin depreme dayanmak için gerekli şartları sağladığını bilebilirmiş gibi!

Deprem gibi bir doğal afete karşı hazırlanmak ciddi, organize ve akılcı olmayı gerektirir. Ve fakat içinde yaşadığımız ülkede, uzunca bir süredir, tam da bu gerekliliklerin zıttı ülkenin ana teamülleri halini almıştır. Deprem bahsinde duyulan ihtiyaçlar, yapılanlar ve yapılmayanlar ülkemizdeki akıl dışı, saçma sapan düzenin gerçek yüzünü apaçık ortaya çıkarmakta, adeta “kral çıplak” diye haykırmaktadır.

Gelin en bilinen, üzerinde en çok konuşulan birkaç başlığa yakından bakalım…

Deprem vergileri yandaşın oldu

17 Ağustos 1999 İzmit ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinin ardından bütçe açığını ve depremin yarattığı ekonomik kayıpları gidermek gerekçesiyle 26 Kasım 1999 tarihinde ek gelir vergisi, ek kurumlar vergisi, ek emlak vergisi, özel iletişim vergisi ve özel işlem vergisi çıkarıldı. Başta geçici olduğu belirtilen bu vergilerden özel işlem vergisi 2003 yılında kaldırıldı, ancak özel iletişim vergisi kalıcı hale getirildi. 1999 yılından bugüne “deprem vergisi” olarak bilinen bu vergilerden toplanan paranın 66 milyar liradan fazla olduğu biliniyor.

Toplanan bu paraların depremle ilgili işlere harcanmadığıysa ortada. Niye mi? Çünkü, istinat duvarı inşaatı için bile tören düzenleyip “tesis yaptık” diye bangır bangır bağıran iktidardan, deprem bahsi açıldığında hiç ama hiç ses çıkmıyor. Bu iktidarın depremle ilişkili bir icraat yapıp bunun gürültüsünü koparmayacağını beklemek safdillik olur.

Hoş, zaten bu paraların akıbetinin ne olacağı yıllar önce zamanın Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın “Bu vergiler deprem için getirilmiş olsa alınır biterdi. Bütçenin ihtiyacı olduğu için toplandı, milleti aldatmanın alemi yok” sözleriyle ortaya konmuş, 2011 yılında da Mehmet Şimşek toplanan deprem vergilerinin “sağlık, eğitim ve duble yollara” harcandığını itiraf etmişti.

Sağlık, eğitim ve duble yollara… Yani, tarikatlar, cemaatler ve yandaş müteahhitlere…

Acil toplanma bölgeleri rant kurbanı edildi

1999 depreminden sonra gündeme gelen acil konulardan birisi insanların deprem anında ve sonrasında güvenli bir şekilde bekleyebileceği, gerektiğinde konaklayabileceği alanların oluşturulması/belirlenmesiydi. İnsanların ve araçların rahat ulaşabilmesi, ikincil tehlikelerden uzaklığı, depremden ve çevre binaların olası yıkılmalarından etkilenmemesi, elektrik, su, tuvalet gibi temel ihtiyaçları karşılayabilmesi gibi kritelerler gözönüne alınarak belirlenen bu alanlar geçen zaman içerisinde rantın, kâr hırsının kurbanı oldular.

Bizzat Ekrem İmamoğlu tarafından yapılan açıklamada 1999 yılında 470 adet büyük toplanma alanı belirlendiği, bugünse bu alanların sadece 77’sinin kaldığı geçtiğimiz günlerde açıklandı. Diğer alanlarsa iktidarın bilinçli politikaları doğrultusunda imara ve ranta açıldı. Ali Sami Yen Stadının yerine yapılan Torun Center, Karayolları arazisi üzerine yapılan Zorlu Center, Acıbadem eski Otosan Fabrikası arazisi üzerine yapılan Akasya AVM, Bakırköy Forum Marmara, Bayrampaşa Forum İstanbul, Kadıköy Meteoroloji binası arsasına yapılan Taş Yapı gökdelenleri, Zeytinburnu’ndaki 16:9 kuleleri bu rantın bazı örnekleri.

Deprem toplanma alanlarının ranta açılmasına tepkiler artmaya başlayınca AFAD tarafından yapılan açıklamalarda söylenen İstanbul’da 2864 toplanma alanı olduğuysa koca bir yalan. Mahalle aralarındaki küçücük parkları, okul bahçelerini, cami avlularını toplanma alanı ilan edince oralar gerçekten de toplanma alanı olmuyor! Nitekim, 26 Eylül’deki deprem sonrası ortaya çıkan manzaralar bu durumu net olarak gösterdi.

İmar değişiklikleri ve kentsel dönüşümlerle sermayenin talanı sağlandı. Kentin gelişimi ranta göre biçimlendi.

1999 depremleri sonrası yaşanan gelişmeler, insanlarda ortaya çıkan ruh hali iktidar tarafından bir fırsat olarak değerlendirildi. Ülkeyi uluslararası sermaye için bir çekim merkezi haline getirmek, özel olarak İstanbul’u uluslararası sermayenin finans merkezi yapmak için atılan adımlar deprem bahanesiyle rahatça atılır oldu.

Bu başlıktaki en kilit kavram şüphesiz kentsel dönüşüm oldu. En başta, basit haliyle, depreme dayanıklı olmayan konutların yıkılıp yerine yeni ve dayanıklı konutların yapılması olarak ifade edilen kentsel dönüşüm kent merkezindeki emekçilerin kentin dışına atıldığı, boşalan yerlerin alışveriş merkezleri, ticari merkezler ve lüks konut projeleriyle ranta açıldığı bir hale dönüştü.

Deprem gerekçesiyle istenen yasal düzenlemeler yapılırken, deprem riskinin yüksek olmadığı yerlerin dönüşüme uğratılması, yapılan yasal düzenlemelerin maksadının da farklı olduğunun bir göstergesiydi aslında. Nitekim, 1999 sonrası riskli görülen bölgeler 20 yıl sonra yine riskli, ama İstanbul’un kent merkezlerinde 20 yıl önce olmayan gökdelenler, avm’ler, rezidanslar yükseliyor! İstanbul’un 20 yıl önce olmayan ve bugün niye olduğu kimse tarafından açıklanamayan yeni bir havaalanı, günlük 135 bin araç geçişi garantisi verilen bir 3. Köprüsü var, ama deprem için yapılmış bir hazırlığı yok!

Depremle ilgili koordinasyon sağlayacak kurullar ortadan kaldırıldı

Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu herkesçe biliniyor. Depremlere hazırlık, deprem sonrası müdahalelerin etkin ve hızlı bir şekilde yapılması, olağan dönemlerde ülkedeki istihdam ve imar politikalarında deprem parametresinin doğru bir şekilde değerlendirmesi, farklı idari birimler arasındaki görev ve yetkilerin doğru tanımlanması gibi başlıklar da ilk elden planlanması, netleştirilmesi gereken başlıklar. Yani, bugün, deprem kapıyı çalarken “şöyle şöyle çalışmalar yapıyoruz, şöyle organizasyonlar kuruyoruz/kuracağız” demek tam bir saçmalıktır. Yüzyıllardır depremle yaşayan bu topraklarda tüm bu çalışma ve organizasyonların yapılmış olması, stratejilerin belli olması, görevlerin dağıtılmış olması gerekirdi. Akılla yönetilen bir ülkede bu olurdu….

Oysa, 1999 depremlerinden sonra 21 Mart 2000 tarihinde, 20 bilim insanı ve araştırmacıdan oluşan, Ulusal Deprem Konseyi 6 Ocak 2007 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayınlanan bir genelgeyle, “uygulama alanı kalmadığı” gerekçesiyle ortadan kaldırıldı.

Konseyin başkanlığını yürüten Prof.Dr. Haluk Eyidoğan, konuyla ilgili yaptığı açıklamalarda Konsey’in ortadan kaldırılma kararını tesadüfen öğrendiklerini, gerekçelerini ise bilmediklerini ifade ediyordu. Oysa, bilmek çok da zor değil, Deprem Konseyi yaptığı çalışmalarda ve düzenlediği Deprem Şurasında iktidarın çıkarlarıyla çatışan ve devletin sorumluluklarını öne çıkaran önerilerde bulunuyor, örneğin istihdamın Marmara Bölgesi’nde, özelde İstanbul’da, yoğunlaşmasının önüne geçilip Anadolu’ya yayılmasını öneriyordu. Tüm bankaların merkezlerini İstanbul’a getirmek için İstanbul Ataşehir’i  yıllarca kazmayı göze alan bir iktidara bu söylenir mi?!

Velhasıl, bugün, deprem hazırlığı denildiğinde konunun uzmanlarından oluşan bir kurul yok ortada. Onun yerine deprem konulu AFAD toplantısı çıkışında gazetelere poz veren siyasetçiler ve “İmamoğlu toplantıya çağrıldı mı çağrılmadı mı?” konusu var…

Deprem araştırmaları için gereken bütçeler sağlanmadı.

1999 depremleri sonrası bilim insanlarının vurguladığı önemli konulardan bir tanesi Marmara Denizi’ndeki fay hatlarının incelenmesi için gereken bütçelerin oluşturulmasıydı. Geçen zaman içinde bu hedefle yapılan bir dizi çalışma oldu. Özellikle İstanbul Teknik Üniversitesi’nden akademisyenlerin içinde olduğu bu çalışmalarla ilgili Celal Şengör’ün verdiği bir bilgi ise çarpıcı. Şengör “bu çalışmalarda finansmanın hemen hemen tamamı yurt dışından temin edilmiştir” diyor. Benzer şekilde, geçtiğimiz hafta Prof.Dr.Naci Görür deprem araştırmaları için gerekli ekip ve ekipmana sahip olunmadığını, Marmara Denizi tabanına sabit bir gözlem istasyonu kurmak için Avrupa Birliği’nden maddi destek bulduklarını, ama projenin DPT ve Tübitak tarafından reddedildiğini açıkladı.

Yani, ülkemizde gerçekleşecek deprem için yapılması gereken araştırmaların bütçesini, ülkenin deprem uzmanları Avrupa Birliği’nden ya da benzeri kurumlardan bulmaya çalışıyor! Öte yandan Ankara’daki sarayın bir günlük masrafı için günde 2.6 milyon lira harcanıyor…

Hasarlı binalar yıkılıp, yerine yenisi yapılmadı

1999 depremleri sonrası yapılması gereken belliydi: İlgili kamu kurumlarına gerekli bütçeler sağlanmalı, tüm binalar teknik kontrollerden geçirilmeli, hasarlı ve riskli durumdaki binalar ya yıkılıp yeniden yapılmalı ya da güçlendirilmeliydi.

Bunların bir kısmı hiç yapılmadı, bir kısmı çok küçük oranlarda yapıldı, bir kısmı kişilerin inisiyatifine bırakıldı. Sonuçta bütüne bakıldığında yapılması gerekenler yapılmadı. O yüzdendir ki, geçtiğimiz hafta İstanbul’da 29 okul önce tatil edildi, sonra bu okullardaki çocukların çevre okullara dağıtılacağı, 29 okulda eğitime devam edilmeyeceği söylendi. Yani, 26 Eylül’deki deprem olmasa bu 29 okul için her şey yolundaymış gibi davranılmaya, bu okullardaki binlerce öğrencinin ve öğretmenin hayatı hiçe sayılmaya devam edilecekti.

Benzer şekilde çok bina olduğu ortada. Çapa Tıp yerleşkesindeki binalar, İstanbul Üniversitesi Avcılar kampüsündeki binalar öğrencilerin gösterdiği tepkilerden ötürü en çok bilinenler. Gerekli teknik incelemeler yapıldığında yüzlercesi daha çıkacaktır.

Net olan bu düzenin, bu düzenin kurumlarının ülke halkını zerrece umursamadığı, kaynakları kendi çıkarları için kullanmaktan başka bir şey yapmadığıdır. Deprem düzenin tüm falsolarını açığa çıkarmakta, her şeyin para olduğu bu düzenin ülke insanlarına hiçbir şey vaat edemediğini göstermektedir.

Ülke halkı yıllardır karanlık günlerden geçmekte, daha da zor günler gelmektedir. Ne yazık ki, gelen zor günler ülkenin komünistlerinin, aklı ve bilimi rehber etmiş insanlarının ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gösterecek ama bunu gösterirken belki de onbinlerce insanımızın yaşamına mal olacak.

Unutmayalım, insanı ve insan yaşamını merkeze koyan bir düzende deprem sadece bir doğal olayı olur. Depremin felakete dönüştüğü yer kapitalizmdir.

 

Sosyalist Cumhuriyet gazetesi 139. sayısında yayımlanmıştır.