Emperyalizm gerçek tehdit değil mi?
03-03-2019 08:55Bu silahın bir ucu da Türkiye sermaye sınıfının elinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Ancak bu silah ateşlendiğinde, sadece namlunun ucundaki yerler değil, tetiğe uzanan elleri de "yakabilir". Dolayısıyla ortaya atılan "beka sorunu" söylemi, bu dönüşümde kendine yer bulma çabasıyla yakından ilişkili.
İLKER DEMİRER
Yerel seçim düzlemine yaklaştıkça, siyasi iktidarın “beka sorunu” tezi bir kez daha gündeme geldi. Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP’nin lideri Bahçeli yerel seçimleri “Türkiye’nin beka sorununu aşmadaki son düzlük” olarak tanımladı. Bu söylemin ardından, bir dizi AKP’li siyasetçi bu tanımlamayı köpürtürken, Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim kampanyasının ana unsurunu “beka sorunu” olarak belirledi.
15 Temmuz’dan itibaren “Türkiye’nin beka sorunu var” tezi siyasal iktidar tarafından türlü dönemeçleri aşmanın ana söylemi haline dönüştürüldü. Darbenin ardından siyasal iktidar, devlet aygıtı ve kurumları yeniden düzenlenirken, başkanlık rejiminin önünü açacak düzenlemeleri de beraberinde geldi. Bir yandan siyasi düzlem yeniden şekillendirilirken, öte yandan da sermaye sınıfı için “yeni hikâye” yazma arayışına girildi.
AKP her iki alanda belirli bir yol almış gibi gözükse de, “beka sorunu” tezini işlemeye devam etmesi dikkat çekici. Bir yandan “istikrarı” ve “otoriteyi” sağladığını iddia eden iktidar, öte yandan kendini sürekli tehdit altında hissetmesi ve “beka sorunu” tezini işlemesi kendi görünümünü zayıflatıyor. Dolayısıyla şu soru akıllara geliyor; “neden beka sorunu söylemine bu kadar sık başvuruluyor?”
Beka sorununa iki yanıt
Bu soruya verilecek en kestirme ve en az açıklayıcı yanıt, AKP iktidarının baskıcı karaktere sahip olmasıdır. Kapitalist bir yönetim altında, ister faşist olsun, ister otokrat, her türlü baskıcı rejim, ayakta kalabilmek ve kitleleri yanına çekebilmek için “düşman” bulma arzusu taşır. Baskıcı karakterin, saldırgan söylemlere başvurması doğası gereğidir. Bu nedenle “beka sorunu” söylemi, gerileyen AKP iktidarının bir tür seçim manipülasyonu olma ihtimali ya da doğrudan “içkin” özelliği gereği üretilmiş bir söylem olma ihtimali durumu açıklama şansı bulunmuyor.
O nedenle bakılması gereken yan, Türkiye siyaseti ve emperyalizmle olan ilişkilerdir. Bu ilişkilerin, son beş yılda yeni bir düzleme taşınma sancıları, gerek Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin yaşandığı sorunlarla, gerekse de emperyalist siyasetteki dönüşümle yakından bağı var. Bu iki eğilimin bileşkesi, Türkiye siyasetinde ve AKP iktidarında bir dizi soruna yol açmaktadır.
Emperyalist siyasetteki dönüşümün haritası, bu iki eğilimin bileşkesini açıklamakta faydalı olabilir. 2008 krizi sonrasında başa gelen Obama iktidarı, emperyalizmin baş aktörü olan ABD’ye krizin aşılması için yeni bir model önermekteydi. Bu modele göre sosyal yardım ile uluslararası ticaretin “serbestleştirilmesi” yoluyla mali sermayenin krizi aşılmaya çalışılıyordu. Ancak bu modelin “yetersizliği”, sermaye sınıfının isteklerini karşılayamamasıyla birlikte ortaya çıktı.
Açıktır ki; bu modelde yapılacak değişikliklerle Trump’ın önü de açılmış oldu. Trump iktidarının, emperyalizmin baş aktörü olarak ABD’ye sunduğu model bazı değişiklikleri içeriyordu. Bu değişiklikler bir yanda Çin sermayesini sınırlandırmayı, öte yanda ise sorunlu olduğu bölgelerde “müdahaleyi” savunuyordu.
Emperyalizm silahlarını bilerken…
Sonuncu eğilim, emperyalizmin temel olgusu olan “çelişkilerin keskinleşmesi” ile doğrudan alakalı. Dolayısıyla kriz coğrafyaları genişlerken, ABD Ortadoğu’da İran’ı merkez alan bir anlayışa geçti. Trump’ın “ticaret savaşlarını” kullanarak olası rakiplerine dönük sınırlandırıcı hamleler yapmasıyla beraber liberal çevreler açısından “küreselleşmenin sonu mu geliyor?” tartışmalarına yol açtı.
Ancak belli ki, sömürü mekanizmalarını gizlemekte önemli bir rol üstlenen küreselleşmenin sonuna gelinmediğini anlamak gerekiyor. Küreselleşme, her ne kadar egemenliğin uluslararası tüzel kişiliklere devredilmesi gibi bir anlayışı içerse de, özünde emperyalizmin temel özelliklerinin daha net bir biçimde gözlemlendiği bir dönemin “kılıfından” ibaretti.
Emperyalizmin bu dönemine uygun olarak Ortadoğu’da İran’ı merkeze alan bir yaklaşım sergilemesi dolayısıyla anlamlı. Her ne kadar ABD sermayesinin belirli çevrelerinde Trump’ın bu politikası “lanetleniyor” olsa da, emperyalizmin genel zorunlulukları kendini dayatmış durumda. Emperyalizm, bir coğrafyada üretim ilişkilerini kendine bağımlı kılıp dönüştürürken, diğer yandan kendi zorunluluklarının sınırlarına dayanıyor. ABD, Ortadoğu’da askeri seçenekleri bu nedenle cebinde tutmasına karşın, İran’a karşı “ekonomik silaha” başvurmaya çalışıyor.
Sermayenin “zor oyunu”
Bu silahın bir ucu da Türkiye sermaye sınıfının elinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Ancak bu silah ateşlendiğinde, sadece namlunun ucundaki yerler değil, tetiğe uzanan elleri de “yakabilir”. Dolayısıyla ortaya atılan “beka sorunu” söylemi, bu dönüşümde kendine yer bulma çabasıyla yakından ilişkili.
Belli ki bu yer bulma çabası, İran örneğinde olduğu gibi, Türkiye’yi ekonomik açıdan zorladığında sermaye sınıfı “ne yapacağı” konusunda açmazlara düşüyor. İran’a dönük petrol ambargosuna karşı Türkiye sermaye sınıfının bu duruma ayak sürümesi, doğrudan ekonomik çıkarlarla alakalı. Bu da emperyalist-kapitalist sistemin bir başka çelişkisine işaret ediyor.
Bir yandan bağımlı olunan ilişkiler, öbür yanda edinilmek istenilen siyasi pozisyon…
Sermaye sınıfı ve AKP’nin bu açmazı, “beka sorunu” problemi ile çözülemez. Nitekim bu nedenle AKP’nin ve sermaye sınıfının itileceği pozisyon, zorunlu bir ABD çizgisinin kabulü olacak. Burada, Kürt sorununun olabildiğince az maliyetle atlatılması AKP açısından zorunlu. Bu nedenle, Suriye’nin kuzeyinde oluşturulan koridorun, ABD’ye bağımlı ancak Türkiye ile birlikte çalışabilecek bir “konumda” yer alması dışında başka bir istekte bulunulmaması, AKP’nin tek “çizgisi” haline dönüşmüş durumda.
Özetle üstlenilmesi gereken maliyet, sermaye sınıfının dönüşümü için ihtiyaç duyulan enerjiyi sağlamak dışında herhangi bir ek getirisi bulunmuyor. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, bu maliyetin sonuçları ağır olacağa benzerken, işçi sınıfı açısından hala en önemli tehdit yerini koruyor: “Emperyalizm”. Bu nedenle, işçi sınıfı öncülüğü iddiasında olanların bu tehdite dönük siyaseti merkezine alması önümüzdeki dönemin siyasi güç dağılımı açısından belirleyici özellikte olacaktır.
İster kabul edin, ister gözünüzü çevirin.