Gül ve Babacan ikilisinin misyonu: İslâmcılık, liberalizm ve işbirlikçilik
14-09-2019 07:31AKP’nin bölünmesinin ve içinden farklı odakların partileşme sürecine girmelerinin ayyuka çıktığı günlerden geçiliyor. Bu başlıkta Ali Babacan tarafından önümüzdeki Kasım ayında partinin kurulacağının ifade edilmesi ile birlikte gelişmeler oldukça hızlandı. Ancak bu projeden neler çıkabileceği bizler için net.
Neşe Deniz Babacan
BBC Türkçe’de yapılan bir haberde yer alan ifadeler AKP’den ayrılarak partileşme sürecine girdiklerini ifade eden Ali Babacan hakkında toplumsal alanda ne gibi yansımalar olabileceğini göstermesi açısından manidar görülebilir. Haberde aynen şöyle yazılmış: “Babacan şimdi, kimilerine göre ‘AK Parti’yi sırtından bıçaklayan bir ihanetçi’, kimilerine göre ‘ülkeyi kurtaracak kahraman’, kimilerine göre ise ‘Yıllar boyunca AKP’nin tüm politikalarında payı olup şimdi eleştirme hakkı olmayan fırsatçı bir siyasetçi’.”
Abdullah Gül’ün ifadesiyle “babasından kız ister gibi istedim” diyerek ticaretten siyasete transfer edilen, önce AKP’nin kurucuları; devamında ise sermaye devletinin amiral gemisinde önemli pozisyonlarda yer alan Babacan, uluslararası tekelci sermaye için de önemli sayılan isimlerden bir tanesi. Geçtiğimiz aylarda G20 zirvesi için hazırlatılan ve yazarlarının “dünyanın önde gelen 16 ekonomisti” olduğu söylenen “Küresel Mali Sistemi Herkes İçin Çalışır Kılmak” adlı raporda Babacan’ın da imzasının olması bunun göstergelerinden biri olarak görülebilir.
Hamisi Abdullah Gül ile birlikte hareket ettiği aleni bir hal alan ve önümüzdeki aylarda partileşeceklerini açıklayan Babacan ile “siyasete bulaşmayı düşünmüyorum” diyen ama önemli siyasi gündemlerde bir şekilde fotoğrafın bir yerlerinde duran Gül’ün ortaya çıkaracakları siyasi odak elbette Türkiye siyasi tarihinde bir önem taşıyacak. Ancak bu ikilinin misyonunun ve ortaya çıkacak tablonun nereye işaret edeceğinin açık bir şekilde gösterilmesi gerekmektedir.
Mesele sadece ekonomi mi?
Erdoğan’ın ekonomiye müdahaleleri ve para politikası üzerinden ayrım noktalarının ayrılıkta belirleyici olduğu söylense de Türkiye ekonomisinin bir dönem bir numaralı adamı olarak bilinen Babacan’ın 2001 sonrası Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndan transferi ile başlayan süreci kapitalizmin kendi kuralları çerçevesinde bir noktaya taşıyacağının öncelikle bilinmesi önem taşıyor. Kapitalist sistemin kriz döngüsünün en temel sonucu olan işsizlik ve yoksullaşma olgularının, kredi sisteminin düzenlenmesi, emperyalizmin Türkiye tipi ülkelere dayattığı “yapısal reformların” hayata geçirilmesi ve benzeri sermaye sınıfının ihtiyaçlarını birinci sıraya yazan önlemlerle çözülemeyeceği açık.
Bugün Türkiye ekonomisindeki tıkanmanın ve yaşanan krizin temel nedeninin kendilerinin bulunmadığı dönemdeki “yönetim yanlışları”na dayandırılması en temel anlamda neden-sonuç ilişkilerinin dışlanması anlamında bile bir saçmalık barındırıyor. Son tahlilde 2001 yılında yola çıkarken Türkiye ekonomisindeki istikrar beklentisine oynayan, sermaye sınıfının özlemlerine ilaç olan, Türkiye burjuvazisi için çıkış yolunu döşeyen ve emperyalizmin Türkiye’ye daha güçlü girişinin önünü açan ekibin yani AKP’de cisimleşen siyasi iradenin farklı yüzleri bugün aralarına ayrım koysalar da aslında Türkiye’nin geleceği için refah vb… söylemleri kullanmaları bir o kadar gülünç ve inandırıcılıktan uzak görülmeli.
Gül-Babacan projesine ve kabaca ekonomik yaklaşımlarına bakarken aslında Erdoğan’ın temsil ettiği değerler silsilesinde bir madalyonun iki farklı yakıştırması yapmak o açıdan çok da yanlış görülmemeli.
Özgürlükler ve adalet mi dediniz?
Babacan Karar gazetesine 10 Eylül 2019 tarihinde verdiği röportajda kendileri için en önemli olan başlığın “Adalet, özgürlükler ve ekonomi” olduğundan bahsediyor. Ekonomi kısmını geçelim, bugün AKP iktidarında cisimleşen baskıcılığın ve hukuksuzluğun karşısına Babacan’ın bu söylemlerle çıkması da yukarıda bahsettiğimiz gibi işin gülünç taraflarından biri olarak görülmeli.
Babacan ya da Abdullah Gül fark etmez, onlar için özgürlükler bahsinin birinci sırasında İslâmcılığın yazdığını ve siyasal İslâm mücadelesinden asla vazgeçmeyeceklerini düşünmememiz için bir neden bulunmuyor. O açıdan Erdoğan ya da bugünkü AKP ile aralarında bir fark bulmak imkansız.
Onun dışında bugün farklı nedenlerle AKP’nin hukuksuzlukları ya da baskıcı yönelimlerinden nasibini alan kesimler için bu çevrelerin sızlanıyor görünmelerinin ise göstermelik ve reklam çalışmasından ibaret olduğunun gösterilmesi önem taşıyor. Uzak bir noktadan olsa da meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek vermemiz yeterli olsa gerek. 2003 yılında ABD emperyalizminin Irak’ı açık bir şekilde işgal ve Irak halkını ezme politikasına 8,5 milyar dolar karşılığında destek olma anlaşmasının mimarı olmaya çalışan Babacan’ın baskı ve zulümden bahsetmesi ne kadar saçmaysa, AKP’yi geldiği nokta yüzünden eleştirmeleri de o kadar saçma görülmeli.
Gül-Babacan ikilisinin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi konusundaki karşı çıkışları ise Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları ve emperyalizmin yönelimleri dışında bir ton taşıma ihtimali taşımıyor. O başlıkta da dereyi geçene kadar ayıya dayı denecek ve sonrasında gerekirse bir miktar daha yumuşatılmış bir sistem ile devam edilecektir. Sonuçta Türkiye’nin yönetim sistemi olarak tanımlanabilecek sermaye devletinin yönelimleri elbette sınıflar mücadelesinden ve iktidardaki sınıfın ihtiyaçlarından bağımsız olamayacağı için bu yazıda adı geçen özneler de bundan bağımsız bir karakter kazanmayacaklardır.
Eninde sonunda liberalizm
Gül-Babacan çizgisi siyasete o anlamıyla “yeni bir soluk” getirip getirmeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bu hareketin Türkiye burjuva siyasetinde AKP’de cisimleşen değerler bütününün farklı bir veçhesini oluşturacağını ama bu çizgide emperyalizm işbirlikçiliği, piyasacılık ve siyasal İslâm’ın bileşkesinden oluşan sağ bir liberalizmin egemen olacağını öngörebiliriz.
Elbette AKP’nin bölünmesi ile sonuçlanması muhtemel bu sürecin sonucunda gerek parlamentoda gerekse toplumsal alanda değişiklikler olacağını söylemek mümkün. Ancak Türkiye tarihinde önemli dönemeçlerde hep büyük roller alan, İkinci Cumhuriyet’in şekillenmesinde canla başla çalışan ve aslında tüm burjuva aktörler gibi piyasacılık ve emperyalizm işbirlikçiliğinin temsilcisi hatta uygulayıcısı olan bu figürlerin bizler açısından “yeni bir soluk” olmayacağı ve AKP gibi karşıya alınması gereken özneler olacağı açık.