RÖPORTAJ | “Odatv’yi savunmak laikliği savunanların büyük sınavıdır!”
Odatv’ye yönelik Siirt Müftüsü’nün katliam çağrısından sonra Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu ile görüştük.
Odatv’ye yönelik Siirt Müftüsü’nün katliam çağrısından sonra Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu ile görüştük. Hem Odatv ile dayanışmak hem de gerici katliam çağrısına karşı bu ülkenin ilericilerinin ortak mücadelesini güçlendirmek için… Terkoğlu ile yaptığımız röportaj aynı zamanda Türkiye’deki siyasal İslamcıların rollerinin ve niyetlerinin ne olduğuna da ışık tutuyor.
Kısa bir süre önce Siirt müftüsünün El Kaide’nin yayın organında çıkan yazısının Odatv’ye açık bir tehdit olduğunu biliyoruz. Gerek Ka’b Bin Eşref gerekse Charlie Hebdo örnekleri yeteri kadar veri sunuyor. Neden böyle bir tehdit geldi Odatv’ye?
İlk sorunuza şöyle yanıt vereyim: Aslında Odatv’ye görüntüde tehdit gelmesinin nedeni şu, 21 Kasım 2018 tarihinde Nazif Ay isimli yazarın Odatv’de yayımlanan bir yazısı. Nazif Ay bir ilahiyatçı ve dini konularda siyasal İslamın egemen “ anlayışına karşı çıkan bir ilahiyatçı ve Nazif Ay yazısında esas olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda okuttuğu kitaplardaki cihat anlayışının ne kadar yanlış olduğunu ve bu cihat kavramının 90’lı yıllarda Hizbullah nasıl şiddet eylemlerine yönlendirdiğini aktarıyor. Fakat bu yazıdan 40 gün sonra önce Hizbullah’ın yayın organlarında yer buluyor, sonra sosyal medyada bize açık tehdit çağrıları ile yer alıyor, sonra da müftünün konuşması ile birlikte bizzat devletin görevlisinin ağzından bir ölüm tehdidine dönüşüyor.
Ancak ben bunun bu kadar masum olduğunu düşünmüyorum. Bunun birden fazla nedeni olduğu kanısındayım. Zira gerçekten de Nazif Ay’ın yazısında örneğin Hizbullah’ın yayın organında söylediği gibi peygambere hakaret diye bir şey yok. Rahatsız oldukları konu bir ayetin tercümesi. Bu tercüme Diyanet’in raporunda bizzat yaptığı şekilde yapılıyor. Doğal olarak bu konu da kendileri de samimi değiller. Asıl nedenin şu olduğunu düşünüyorum: Birinci neden bizim Türkiye’de şu andaki egemen siyasal İslam’ın bizzat içerisindeki örneklerle ne tür sapkınlıkların parçası olduğunu hedef alan yayıncılığımız. Birincisi bu hedef alınıyor. İkincisi; gerçekten de Suriye’de bugünlerde Amerika’nın da çekilişi ile birlikte cihatçılar adına savaşın kaybediliyor olmasıyla görülüyor ki Türkiye’de radikal İslam için bir dönüm noktası teşkil ediyor. Radikal İslam kendisine bir çıkış yolu arıyor ve bu çıkış yolu içerisinde geçmişte silahlı eylemlere imza atan, yani mezar evler, domuz bağıları, sokak ortasında satırlı, silahlı saldırılarla öne çıkan Hizbullah, Suriye’deki cihatçı ideolojinin Türkiye’ye yeniden başka unsurlarla taşınması konusunda görülüyor ki bir görev alacak. Kendisine bir iş biliyor ve burada bazı fonksiyonlar üstlenecek. Çünkü baktığınız zaman gerçekten de ve esas olarak bu olay üzerinden bir anlamda bir provokasyon yaratarak niyetlerini de gündeme taşımaya çalışıyorlar. Biz açıkçası görünen Nazif Ay’ın yazısı olsa da arkasında çok daha derin bazı hamlelerin olduğu kanısındayız.
Suriye meselesinde cihatçı ideolojinin yenilgisi bugün tartışmasız bir şekilde Türkiye içine geri dönmelerini ve Türkiye içinde kendilerine siyaset alanında yer açmalarını sağlayacak. Üçüncüsü ise, biz yayınlarını geniş bir şekilde takip ettiğimizde şunu görüyoruz: Son dönemde bunlar özellikle AKP çevresi içerisinde kendilerine şöyle bir alan açmaya çalışıyorlar: İşte 28 Şubat yargısının yarattığı mağduriyetleri giderin. Ne istiyorlar peki bu kavramın arkasında?
Tehditler sosyal medyaya da yansıdı, hala devam ediyor mu?
Evet, tehditler sosyal medyaya da yansıdı ve hala da devam ediyor. Burada çok önemli bir nokta var. Hem Hizbullah’ın yayınlarında hem müftünün konuşmalarında bir kavram kullanılıyor: Charlie Hebdo. Bir Ka’b Bin Eşref’ten bahsediliyor bir de Charlie Hebdo’dan bahsediliyor. Charlie Hebdo, El Kaide’nin üstlendiği bir gazeteci katliamı. Yani ölen 12 kişiden 9’unun gazeteci olduğu bir katliam. Açıkçası Charlie Hebdo’yu biz size katliam yapacağız demek yerine Charlie Hebdo gibi olacak sonunuz diyorlar ve sosyal medyadaki tehditlerde de özellikle bu kavramı kullanarak Charlie Hebdo fotoğrafları ya da Charlie Hebdo’yu işaret ederek bize tehditlerde bulunuyorlar ve bunlar hala devam ediyor.
Bir haberinizde konuyla ilgili olarak, “Asıl mesele ne Nazif Ay’ın yazısı, ne de yazıda geçen ifadeler. Gaffar Okan gibi polislerin de aralarında olduğu yurttaşlarımızı şehit eden vahşi bir terör örgütü, neden bugün düğmeye bastı? Türkiye’ye karşı hangi kanlı projenin içindeler?” ifadeleri geçiyor. Bunu biraz açabilir misiniz? Bu tehditler bir planın parçası mı?
Aslında ilk soruda yanıt verdim. Söylediğim gibi gerçekten de bugün ABD’nin Suriye’de büyük ölçüde yenilerek geri çekilmesi, ikincisi Trump’ın iktidara geldiği yıldan bu yana NATO’daki yüklerini dahi sorgulayacak şekilde bir politika izlemesi, Suriye’den çekilip odak noktasını Çin ile yürüttüğü ticaret savaşlarına kaydırması tabiri caizse para kazandığı savaşları önemsemesi bir paradigmanın da değişimine neden oluyor. Suriye’den çekilen ABD bu ameliyat sırasında Suriye’nin içine bırakmış olduğu makasları da artık ne yapacağını tartışmaya başladı. Bunlardan en önemlisi tabii ki cihatçılar. Görüyorsunuzdur siz de, cihatçılarda ABD’nin çekilişi ile birlikte iki konu var; bir, Türkiye içerisinde radikalleşme eğilimlerini arttırdılar, tarikatlar içerisinde gözle görülür bir şekilde radika İslam’a yöneldikleri bazı alanlar var ve bunları kullanıyorlar. İki, Diyanet içerisinde bugün bu fonksiyonu gördükleri yerler var. Sadece son dönemde ölümle tehdit edilenler biz değiliz. Örneğin Mustafa Öztürk gibi kendi egemen din anlayışlarına karşı çıkan herkesi tehdit ediyorlar. Ben Suriye’deki cihadın önümüzdeki günlerde Türkiye gibi ve ABD’nin yeni projelerinde yer alacağını, örneğin Çin Uygur meselesinde gördüğümüz gibi buralara doğru taşınacağını ve burada bir hesaplaşmanın parçası haline geleceğini düşünüyorum.
Odatv olarak bir suç duyurusunda bulundunuz ancak devletin maaşlı memurunun böyle bir açıklama yapmasının ardından yetkililerinin bu kadar sessiz kalmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Açıkçası Hizbullah’ın tehdidi bizim çok alıştığımız bir şey. Çünkü biz çok tehdit alan bir yayın organıyız. Bu olaydan önce de biz yine cihatçılardan tehdit aldık. Ancak devletin maaşlı görevlisinin, hele hele bir tür katli vacip fetvası vermesi, bunu daha ileri götürerek ölmeden önce tövbe etsinler noktasına taşıması – bıraktım laik bir ülkede kabul edilecek bir şey olmadığını bir basit hukukta doğrudan doğruya ölüme tehditle yargılanması gereken bir suç. Ve bir kamu görevlisinin göreviyle bağdaşmayacak bir suç. Biz de açık söylemek gerekirse bu noktadan sonra kamu görevlilerinin, hukukun bir şekilde devreye girmesini sağlamaya çalıştık ve savcılığa da bu nedenle suç duyurusunda bulunduk. Ancak çok net söyleyelim ki bu müftü hakkında hiçbir şey yapmadıkları gibi olay hakkında sessizlikleri korumayı tercih ettiler.
Bizim de bilmediğimiz belki de başka bağlantıların içerisindeler. Çünkü örneğin Hizbullah demiş olduğunuz yapılanma AKP döneminde adı aynı anlama gelmek üzere Hüda-Par ile birlikte özellikle Güneydoğu’da AKP’nin olmadığı bazı başlıkları doldurma görevine sahip olmuş durumda ve Hizbullah’ın içerisinde de eski Diyanet kadrolarından bazı isimler hemen hemen hepimizin gözüne çarpıyor. Yani örneğin “Peygamber sevdalıları mitingi” düzenliyorlar 100 bin kişilik, Diyarbakır’da, Batman’da. Bir bakıyorsunuz sahneye Diyanet’in eski kadroları çıkıyor. Hizbullah’ın yayın organına konuşan Siirt müftüsü, Hizbullah’ın başka yayın organlarında da gördüğümüz başka Diyanet görevlileri, belki de sadece devlet memuru değil, belki sadece Diyanet görevlisi değil, çok daha hassas zincirlerin halkasını teşkil ediyor. Bugüne kadar bu kadar basit bir soruşturmayı bile açamıyor olmalarının ve bu kişiyi en azından açığa almıyor olmalarının nedenini ben başka türlü anlayamıyorum.
İlerici birçok şahıs, kurum sizlere desteklerini iletti. Türkiye’nin içine girdiği gericilik döneminde bu büyük destek bir umudu da ortaya koyuyor mu? Ne dersiniz?
Evet birçok destek oldu ancak bunu bugün için çok da yeterli bulmuyorum ama anlıyorum. Şöyle ki radikal İslamcılar her zaman kendilerine bir yalan buldular. Dinimize hakaret ediliyor, peygamberimize hakaret ediliyor. Bunlar yalandan ibaret. Türkiye’nin hele hele bugünkü koşullarında böyle bir şey yapmak böyle bir provokasyona imza atmak gibi kimsenin bir niyeti olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan zaten kimse de bugün solcu ya da sağcının, sosyalist veya dindarın bir teolojik eleştirinin ötesinde kalkıp da dinin kutsallarına hakaret etmekten çok uzak olduklarını bizzat kendim görüyorum.
Bugün Türkiye’de bu olayın arkasından bize verilen samimi tepkilerin dışında bir sorun görüyoruz. Nedir bu sorun? Türkiye’de laiklik mücadelesi maalesef ama maalesef önce liberallerin ve İslamcıların kimi sopasıyla kimi ideolojik saldırılarıyla geri plana itildi. Şimdi de bizzat siyasal iktidarın devleti fethetmesinin ardından aslında verilmesi gereken bir mücadele olduğu halde bir ölçüde toplum korkutularak, bir ölçüde laiklik mücadelesi verenler bastırılarak laiklik mücadelesi son derece geriye çekilmiş durumda. O yüzden ben bugün, yaşadığımızın basit bir tehdit olmasının ötesinde, Türkiye’de laikliği savunan güçlerin bir tür sınanma sınavı olduğunu düşünüyorum. Ve bu sınavı geçemezsek emin olun yarın sokak ortasında aydınların katledilmesinden başlayarak esasında bütün toplumun üzerine basacak bir karabasanla karşı karşıya kalacağız. Çünkü dikkat edin, radikal dinciler bugünkü iktidarda buldukları yüzle de birlikte insanların ne yediklerine, ne giydiklerine, ne konuştuklarına karışıyorlar. FETÖ’nün tasfiyesinden buldukları boşlukla birlikte devletin içerisinde örgütlenme alanları arıyorlar ve bu örgütlenme alanlarını yine toplumun üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyorlar. Bugün sokak ortasında aydınlar katledilebilir, bu bizim içinde söz konusu. Ancak asıl önemli olan biz değiliz asıl önemli olan Türkiye’de laiklik mücadelesini laiklik değerlerini ayaklarıyla ezmeleri ve onu savunanları zorla, şiddetle, baskıyla yıpratmaları diye düşünüyorum.
Röportaj için teşekkür ederiz…