Sistem mantığı ve eğitim
Sistemin baskısı altındaki eğitim alanı güçlüklerin en çetinidir. Orta eğitim düzeyindeki imam hatipleşme kurumsaldır, görünür niteliktedir. Yüksek eğitim düzeyindeki imam hatipleşme ise bilimsel görüntüde aynı işlevi yerine getirmektedir.
Prof. Dr. İzzettin Önder
Son yazıyı bitirirken, sistemle mücadelede bataklık-sivrisinek ilişkisinden söz edip, mücadele hattındaki büyük zorlukları şöylece sıralamıştım. “Birinci sırayı sistemden nemalanan avantacılar; ikinci sırayı bu sistemi ele geçirip yararlanan siyasiler; üçüncü sırayı ise, Marx’ın “vulgar economics” olarak nitelediği ana-akım iktisadını “bilim” olarak görüp, genç dimağları öylece şekillendiren ve bu görevleri dolayısıyla mükâfatlandırılan akademisyenler oluşturmaktadır.” Burada açık bir tutarsızlık var. Tutarsızlık şudur; sivrisinekler ürün ise, sivrisineklerin tümünü ya da birini hedef alarak yapılan mücadeleyle bataklığın kurutulma olasılığı yoktur. Zira bir bütünsel sosyo-ekonomik organizma olan sistem düşmanlarını tanır, mücadele eder ve onları yok etmeye çalışır. Zorluk tam da bu noktada başlıyor. Bugünkü yazıyı bu temele oturtup, söz konusu tutarsızlığı/zorluğu nasıl aşacağımız üzerinde durmak istiyorum.
Fazla ilerlemeden bu konuda Marksizmin kurgulanış çizgisine baktığımızda, teorinin çatısını oluşturan başta Kapital olmak üzere Kapital’e giden tüm eserlerin ana çizgisini mücadeleci yaklaşımdan çok, süreç oluşturmaktadır. Komünist Beyanname gibi, teorinin ürünü sayılabilecek yapıtın ise mücadeleyi hedeflediği görülür. Böylesi teori-eylem yürüyüşü zor olmakla beraber, bu yürüyüşte Pierre Bourdieu’nun tanımı ile “kültür-bilim sermayesi” ni (kültür-bilim alanında yetki ve erk) odağa koyarak işimize başlayabiliriz.
Kültür-bilim sermayesini, üniversite öğretim elemanları ile toplum üzerinde yetkili-etkili düşünür-yazar konumundaki aydınlar oluşturur. Farklı gurup düşünürler/yazarlar farklı analiz/inceleme yöntemi kullanır, bulgularını ya da kanaatlerini akademik ya da edebi eserler yoluyla topluma yayarlar. İnceleme alanlarını sosyal alanlar ve doğa-tabiat-biyoloji alanları olarak çeşitlendirirsek, tüm alanlardaki faaliyetlerle varılacak sonuçlar izlenen yönteme-metoda göre şekillenir. Tabiat-insan ilişkisinde olduğu kadar, insan-toplum ilişkisinde, hatta insanlar arasındaki ilişkide de bilim daima güç odağı olmuştur ve bundan sonra da olmaya devam edecektir. Ne var ki, bilimsel bulgular izlenen metoda göre şekilleneceğinden, nitelik ve işleyişleri bakımından birbirinden çok farklı içsel bağlantı sistemiyle çalışan farklı dokuların analizinde aynı metodunun uygulanması tartışmalıdır. Farklı bilim dallarında yüksek tahsil yapan genç arkadaşlarımın şöyle bir düşünmelerini rica ediyorum. İlgi alanlarında teorik ya da pratik çalışmalara başlarken “metodoloji” ya da “yöntembilim” konusuyla uğraştılar mı ya da hocaları tarafından bu konulara yönlendirildiler mi? Ben sanmıyorum, çünkü sistem kendisini böyle kamufle ediyor. Sözel alanda mantık ve felsefenin, sayısal alanda da matematiğin önemi burada devreye girmektedir. Bizde olduğu kadar, ileri ülkelerde de bu konulara neden fazla önem verilmediğini, hatta sayısal yöntemlerin sosyal alanda aşırı kullanımı ile bilimsellik alanında “otistik” boşluklar yaratıldığını görmekteyiz.
Bilimsel yöntemlerin tüme varış ve tümden çıkış olarak bilinen iki temel yaklaşımı olduğu bilinir. Oluşturulan teoriler, yanlışlama testinde takılana dek, anlık bilgi olarak, doğru olduğu kabul edilir. Teori oluşturmada ilk aşama müşahede ve kural oluşturmadır. Bir çiçeğin oluşumu ya da tohumlanması, bir kuşun uçuşu vb gibi müşahede edilebilen olgular bazı kuralların geliştirilmesinde esastır. Bu basit yöntemi sosyal bilimlere uygulayıp, mülkiyetten yoksulluğa, kâr dürtüsünden ücret köleliğine vb gibi günlük işleyişte başat olan bir dizi ilişkiyi müşahede sonucunda olağan algılayıp bunlara dayalı teoriler geliştirildiğinde, üst-yapı meşrulaştırılmış olur. Hatta insanın doğuştan bazı niteliklere sahip olduğu, davranışını ona göre belirlediği vb gibi savlar da doğanın kuralı olarak yaygınlaştırılıp, karşıt görüş ve eleştirilerin önü kesildiğinde, bilimsel görüntü altında sistem savunuculuğu yapılmış olur. Böylece bilim bilimsel amaca değil, siyasi amaca hizmete koşulmuş olur. Marks’a şiddetle karşı çıkan Veblen ve diğerleri kurumsal iktisat adı ile bir ekol dahi kurmuşlardır. Kuramsal olmayan Friedman da iktisatta varılan sonuçlarla teorilerin doğruladığı, bunun ötesinde çok derin analiz ya da test yapmaya gerek olmadığı gibi işi çok basite indirgeyen bir sav ileri sürmüştür.
Hâlbuki sosyal alanda ve doğa alanında uygulanacak kurallar birbirinden çok farklıdır. Doğa/biyoloji alanlarında yürürlükte olan yasaların işleyiş kuralları, bugünkü bilgimize göre, değiştirme ve dönüştürme gücümüzü aştığı gibi, uzun erimli salınım çizgisi de ancak hipotezlerle tahmin edilebilmektedir. Kısa ve orta erimli gözlemimiz ise, söz konusu yasaların işleyişinin eleme ve geliştirme yöntemleri ile sistemi korumaya ve geliştirmeye yönelik olduğu şeklindedir. Kısacası, doğa yasalarında sistemsel örtülü mantık geçerlidir. Örneğin, anne karnında bozuk genetik yapı oluştuğunda, çok yüksek oranda doğa bu durumu elemektedir. Sosyal alana geçtiğimizde durum çok farklılaşır. Sosyal ilişkilerde güç odakları başat karar verici ve yönlendirici olarak sistemi sonlandırıcı şekilde deforme etmekte ve yozlaştırmaktadır. Bundan dolayı, ana-akım iktisat öğretisinde işleyişin arka ilişkileri irdelenmeyip yüzeysel görüntü ile yetinen kaba yöntem kullanılarak, güçlünün, devlet eliyle kurduğu yapay sistem doğal olarak algılanmakta ve öyle gösterilmektedir. Bu öğretide sistemde oluşan insan dokusu, mülkiyet ilişkisi, insanın rekabetçi olduğu vb davranışı da toplumsal sonuç olarak değil de, doğal şekillenme olarak algılanmakta ve öğretiye alınmaktadır. Çünkü sermaye lehine çalışan sistem, sermaye sahiplerince topluma açıkça gösterilmeden korunmaya ve devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Peki, böylesine güçle donatılan ve bu gücü sermaye lehine suistimal eden bilim insanının(!) toplumsal şemada yeri nedir? Görüntü ileri sanayi ülkeleri ve kalkınmakta olan ülkelerde farklı olmakla beraber, işin özü fazla değişmemektedir. Toplumsal şemada en altta bulunan ücretli köleler üretimlerinden ufak pay alırken “artık”ı servetlerini büyütmek üzere sermaye sahiplerine bırakırlar. Cefakâr emekçileri ne patron, ne siyasetçi, hatta maalesef ne de bizzat sınıf mensubu fazla ciddiye alır. O kadar ki, bu sınıfın oyları kutsallık baskılaması, milliyetçilik çığırtkanlığı ya da yanlış bilinçlenme ile emek partilerine değil, sermaye partilerine gider. İşin acı yanı şudur ki, sermaye partilerine oy veren emekçiler ücret pazarlıklarında sermaye partilerinden şefkat beklerler! İşte bu durumun perdelenme ve meşrulaştırılma işlemi üç cübbeliye düşer. Üç cübbelinin kutsal ayağını ruhban sınıfı, denetleme ve baskı ayağını yargı sınıfı, kafalara maske geçirerek gerçeği değil de yüzeydeki aldatıcı yansımayı gösteren ayağını ise akademi oluşturur. Devletin sermaye ideolojisi ve baskısını uygulamakla görevli olan üç sınıf da söz konusu ideoloji ve kurumsal baskının hükmü altındadır, zaten bunlar sistemin bekçisi olarak üst-yapı kurumlarıdır. Ancak Bourdieu’nun kültür-bilim sermayesi kategorisine aldığı bir sınıf vardır ki, bir dereceye kadar sistemin ideolojik etki ve baskı altında olmakla beraber, kurumsal yönlendirme ve baskıdan azadedir. Bu gurup; sistemin ideolojik baskısından kendisini özgür kılabildiği derecede, doğru bildiğini ve toplum için iyi olduğuna inandığı fikirleri özgürce savunan sanatkâr, düşünür, yazar vs gibi elemanlardan oluşur. Aydın olarak anılan bu sınıf elemanları sermaye, dinsel ve özellikle de siyaset gibi tün etki ve potansiyel baskı çevrelerinden uzak durur, onlardan direktif almaz. Çünkü bu insanlar siyasetçinin de, sermayenin de asıl amacının ne olduğunu bilir ve sistemin perdelenmesi amacıyla kendilerinin birer piyon olarak kullanılacağından emin olarak hiçbir rolü üstlenmezler. Her iki alanda da bazı istisnalar dışında, aydının üniversite elemanından farkı ve ölçütü işte budur!
Marks’ın “vulgar economics” adını verdiği ana-akım iktisat sermaye başatlığındaki güç ilişkiler ağını bilim görüntüsü altında okuturken, aslında sermaye ideolojisini üretmekte ve genç kafalara enjekte ederek, sisteme hizmete hazır yeni “nitelikli” ordu üretmektedir. Gelişmekte olan ekonomilerde üniversite programları Batı ülkelerinden aktarıldığı için, bu yolla kültürel emperyalizm de etkili olmaktadır. Bu nitelikleriyle sürece bilimsel faaliyet adı verilemez; çünkü birincisi, bu sistem insana hizmet etmemektedir, ikincisi de böylesi işleyiş sistemi çöküşe götürmektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur, vulgar bilim var olan üretim ilişkileri düzeyinde işlevini yaparak, sistemin olgunlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Marksizmin mücadeleci yönünü yansıtan öğreti de bize süreci by-pas etmeden, fakat hızlandırıcı işleve yönelmemizi göstermektedir. Tam da bu noktada aydın rolü ve emekçi kesimde yaygınlaştırılması gereken “sınıf ruhu” öne çıkmaktadır. Sınıf ruhu, hep belirttiğim üzere, örgütlü yapı olmadığından, sistemin açık saldırısına maruz kalma riskini taşımamaktadır; bir tür emekçi gerilla savaşı! Ancak bu mücadele ve yürüyüş çok büyük azim ve disiplin gerektirmektedir. Siyasetin hukuku araçsallaştırması yanında, milliyetçilik ve din gibi halkın yaygın kutsal duygularını yoğun istismar konusu yapması işleri güçleştirmektedir. Sistemin baskısı altındaki eğitim alanı güçlüklerin en çetinidir. Orta eğitim düzeyindeki imam hatipleşme kurumsaldır, görünür niteliktedir. Yüksek eğitim düzeyindeki imam hatipleşme ise bilimsel görüntüde aynı işlevi yerine getirmektedir.