Ekonomik gidişat düzelir mi?
Gerek, 1930’lar Devletçilik Dönemi, gerek 1961 Anayasası doğrultusunda girişilen korumacı-kalkınmacı politikalar kalkınma hamleleri aşısından önemli olmuştur. Ancak, söz konusu dönenlerde diğer çok farklı sebepler yanında, Japonya, ya da Güney Kore’de uygulandığı üzere gelişen sektörlerin tedricen dış rekabete açılması gerçekleştirilemediği için verimsiz bir sanayi yapısı ile karşı karşıya kalmış bulunuyoruz.
AKP 23 yıllık saltanatının ilk acısını yaşarken, bir yandan muhaliflerini çökertmeye, diğer yandan bazı kaynaklara çökmeye çalışmaktadır. Bu tablo salt ekonominin değil, aynı zamanda kapitalizmin Türkiye modelinin de çöküşünün hikâyesidir. Bu hikâye tarihsel süreciyle anlatılmadığı içindir ki, konuların irdelenmeye çalışıldığı hemen her yazı iç burkucu olumsuzlukların sergilenişi şeklinde gelişmekte, fakat yazıda asıl meseleye bir türlü girilmeden hemen herkesçe bilinen ve yaşanan konular etrafında gezinti sergilenmekte ve salt yaşanan sosyo-ekonomik sorunların tadadından öteye gidilmemektedir. Tasarladığım iki yazıda biraz farklı yol izleyerek, farklı sonuca ulaşmaya çalışacağım. Hemen şunu belirtmeliyim ki, bu yaklaşım hiç kimseyi ve hiçbir meslektaşımı incitmek amacı gütmemektedir.
Her toplumsal ve ekonomik sorunun tarihsel sürecin birikimli sonucu olduğu görüşüyle, önce tarihsel sürecin günümüz aşamasında ortaya koyduğu sorunlar yumağını tanımlayarak işe başlamak gerektiğini düşünüyorum. Saniyen yaşanan sorunlara ne tür çözümler üretildiği üzerinde durarak, uygulanan politikalar ve yürünen yolu tartışmaya açmak istiyorum. İki bölüm olarak sunmayı tasarladığım sunumun birinci bölümde yaşanan toplumsal ve ekonomik sorunların sergilenmesine çalışacağım, ikinci bölümünde ise, yüzeysel görüntülerin alt izlekte organik sebeplerini göstermeye gayretle, uygun çözüm önerileri ortaya koymaya yöneleceğim.
Konuyu tartışmaya girişmeden, algılama ve çözümleme yöntemi üzerinde bir-iki söz söylemek istiyorum. Öyle gözüküyor ki, günümüzde bir tür farklı, hatta yanlış algılama yapılmakta, buna bağlı olarak da maalesef çözümleme yapılamadan sonuca gidilmektedir. Çağımızın büyük marifeti olarak insanlara ve toplumlara dayatılan “hızlı düşünme” davranış modelinde, algılanan olguların alt oluşum mekanizmalarına girilmeden, yüzeysel görüntüleriyle yetinilmesi anlayışı başat kılınmaktadır. Oysa böylesi yüzeysel algılama ve sonuca ulaşma çabası bir bilimsel yöntem olmayıp, kısa süreli siyasi iktidarların meseleleri ele alış ve kısa süreleri içinde göstermelik çözüme kavuşturma yöntemidir. Bu yaklaşım, farklı da olsa, biraz zorlamayla Marx’ın Proudhon’la tartışmasını anımsatmaktadır. Şöyle ki, Proudhon’un bir konferansta zenginliğin hırsızlık olduğunu söylemesi üzerine Marx itiraz ederek, bu soyut ifadenin somut bir anlatım olmadığını ileri sürüp, bilimsel anlamda sistematik hırsızlığın üretim sürecinde oluşan katma değere patronun el koyması olarak anlatılması gerektiğini ileri sürer. Örneğin, varsıl bir patronun evinde değerli bir parçanın çalınması durumunda hırsız kimdir ya da hikâyede hırsız birden çok mudur? Hızlı düşünme, özellikle de halk düzeyinde geniş toplum yığınlarını maliyetsiz yönetme, hatta gütme yöntemidir. Sosyal medyada sıkça kullanılan ‘like’ ve ‘dislike’ yöntemi çözümleme ve derin düşünme yöntemini paralize ederek, bireye gelen “emri” en iyi ihtimalle reddetme şansını tanımaktadır. ‘Like’ veya ‘dislike’, her iki durumda da gönderilen mesajın bir şekilde bireyin beynine girmesi sağlanmakta fevkalade başarılı olunur. Böylece, olay çözümlenmeyip, hazmedilmeden iğreti olarak bilince yerleştirilmiş olur. Hızlı düşünen birey ve/veya toplum düşündüğünü sanarken, aslında komut almış olarak yönlendirildiğinin farkına dahi varamaz. Ekonomik olgularda da meseleleri salt yüzeysel görüntüleri ile ele aldığımızda, aslında olayları derinliğine algılayamadan yüzeysel çözümlere yönelmiş olarak ya gerçek anlamda çözüm olamayacak ya da yanlış çözüm olacak önerileri sunmuş oluruz. Nasıl ki, tarihsel bir süreç olan kapitalizmi anlık algılayarak anlayamıyorsak, aynı şeklide bir ekonomik sorunu da tarihsel bir süreç içinde derinliğiyle algılanmadığı durumda net ve doğru olarak anlaşılmamış olduğundan, sorunun giderilmesinde gerçek çözüme ulaşılamaz.
Şimdi, bu yaklaşım çerçevesinde konumuza girerek, içine gömüldüğümüz derin çöküşü net olarak anlayamadan, her patlak veren soruna çözüm üretmeye çalışarak, hatta ürettiğimizi sanarak neden bir yere varamayışımızın temel sebebine inelim. Daha başlangıçta 2000 yılına gelirken yaşanan kriz analiz edilmeden, başvurduğumuz ya da bize sağaltıcı olarak gönderilen IMF yanlış kapı idi. Bu yanlışlık IMF’nin kemer sıkma politikasına karşı olmamdan kaynaklanmayıp, çok daha başka ve derin bir sebebe dayanmaktadır. Sebep şudur: 1944 Bretton-Woods görüşmeleri sonucunda kurulmuş olan IMF, gelişmekte olan ekonomilerin temel sorunlarıyla ilgili olmayıp, gelişmiş ekonomilerin yaşadıkları geçici cari açık sorununun finansmanı amacıyla ilgili ülkeye borç vererek kısa süreli çözüm sağlayıcı bir kuruluştur. Kısacası, 2000 programını bize dayatan IMF ekonomilerin alt-yapı üretim ilişkilerine bakmakla sorunlu olmadığı için bize uygun bir sağaltıcı olamazdı. Bize program yapması gereken kuruluşun Dünya Bankası olması gerekirdi. Zira 1950’lerden itibaren ülkemizde sistematik olarak patlak veren cari açık, bütçe açığı, borç stoku yükselişi, enflasyon ve yüksek faiz haddi gibi çarpık makro göstergeler başlı başına birer sorun olmayıp, alt-yapı üretim sürecindeki çok temel sorunların birer yansımaları idi. Durum bu olunca, makro göstergelerin düzeltilebilmesi için öncelikle alt-tapı üretim ilişkisi sorunlarının çözülmesi gerekirdi. Şimdi bu noktada iki soru gündeme gelmektedir. Birincisi, 2000 programı için neden Dünya Bankası’na değil de IMF’ye muhatap olduk? Sebep, küreselleşme politikaları yaygınlaştırılırken bizler gibi gelişmekte olan ülkelerin de “gelişen piyasalar” statüsüne çekilerek, daha hızlı uluslararası sömürü ağı içine alınmış olmasıdır. İkinci soru ise şudur: nasıl oldu da IMF politikaları uygulanırken ekonomik sorunlar bir anda ortadan kalktı? Aslında o dönemde de sorunlar kalkmamıştı, devam ediyordu, fakat üzerleri perdelenmişti. Bu yaklaşımla, AKP’nin birinci dönemini olumlu olarak niteleyen görüş de yanlıştır. Evet, IMF programı uygulamalarının ilk dönemlerinde olumlu bir görüntü sergilenmiştir. Bunun sebebi, merkez ülkelerdeki bol sermayenin arkada IMF desteğinin bulunduğu güvenli bir ekonomiyi adata kaynak bolluğuna çevirmesi idi. O dönemlerde gerek IMF destekleriyle, gerek yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı sistemiyle ülkeye giren kaynaklar ekonomide canlılık yaratmıştır. Ancak bunların bir bedelinin olması kaçınılmazdı, hatta bu bedel salt fonlar üzerindeki faiz ile de sınırlı olmayıp (keşke öyle olsaydı!), sözü edilen kamu özel ortaklıkları üzerinde hesaplanan aşırı kârlı dönüşüm taahhüdü de borç hanesine yazılacaktı. Nitekim bugün toplumu çökertmesi kadar, gelecek nesillere de sirayet edecek olan içine düştüğümüz çukur giriştiğimiz hovardalığın alt-yapı üretim ilişkilerinde yaratılan değerlerle karşılanamamasının acı sonucudur.
Peki, o zaman ana meseleye geçelim. 1961 Anayasası ile girişilmiş kısa süreli planlı kalkınma dönemi hariç, 1950’lerden itibaren sürdürülen düzensiz yürüyüş ekonomiyi buralara getirdi. Hatırlarız, Özal işbaşına geldiğinde isabetle, müzmin cari açığın ancak üretim ve ihracatla giderilebileceğini tespitinde bulundu. Ne var ki, dünya standardında ve fiyatında ihracat yapamadığımız görülüp, cari açığa çare olarak halen kurtulamadığımız ve yakın sürede de kurtulacağımızı düşünemediğim sıcak para operasyonuna geçilmişti. Gerek, 1930’lar Devletçilik Dönemi, gerek 1961 Anayasası doğrultusunda girişilen korumacı-kalkınmacı politikalar kalkınma hamleleri aşısından önemli olmuştur. Ancak, söz konusu dönenlerde diğer çok farklı sebepler yanında, Japonya, ya da Güney Kore’de uygulandığı üzere gelişen sektörlerin tedricen dış rekabete açılması gerçekleştirilemediği için verimsiz bir sanayi yapısı ile karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Özal’ın karşılaştığı durum da, günümüzdeki koşullar da, diğer sebeplerle birlikte, fakat ekonomik yapının kökeninde yatan verimsiz sanayi yapısının kaçınılmaz sonucudur. Bu konunun daha da derinleştirilmesi burada yazı sınırını ve tartışma boyutunu aştığından, bu kadarla yetinip, “verimsiz ekonomik alt-yapı” üzerinde haftaya tartışmalarınızı sürdüreceğiz.
Gelecek yazıda, böylesi verimsiz sanayi yapısı temelinde yükselen ekonomik sorunlara, ekonominin genel planlanması yerine Orta Vadeli Program (OVP) gibi afaki yöntemlerle çare üretilemeyeceği üzerinde tartışmalarımızı sürdürelim.