'Törkiş' sendikacılık: İşçi sınıfının önündeki büyük engel
25-08-2019 10:39"Türkiye işçi sınıfı, böylesi bir tabloda mevcut sendikaların temel anlayışla yetinemez. Sendikal hareketin dar, kısıtlayıcı ve belirli pratiklere indirgenmiş ritüelleri, Türkiye işçi sınıfının önünü açmak bir yana kapamaktadır."
İlker Demirer
Kamuda iki yüz binden fazla işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme süreci derin bir sessizlikle başlayıp, masa başında bitti. İki yüz bin işçiyi ilgilendiren ve önümüzdeki iki yıl sosyal ve ekonomik hakları belirleyecek sözleşme süreci, Türkiye’deki sendikal anlayışın her türlü küçük hesabı, “büyük umutlar” olarak pazarlama becerisinde ne kadar yetenekli olduğunu kanıtlamış oldu. Ancak, Türk-İş sendikacılarının pazarlama becerisindeki başarısını, işçi sınıfı mücadelesi açısından tekrar edemediklerini ve “sınıfta kaldıklarını” belirtmek gerekiyor. Bir başka açıdan söylemek gerekirse, Türk-İş yöneticileri, esas işlerini değil, bir kez daha kendilerini düşünmüşlerdir.
Örneğine tarihte pek çok kez tanık olunan “sarı sendikacılık” uygulamaları, işçi sınıfı açısından her kritik dönemeçte karşı karşıya kalınan ve aşılması gereken olguların başında geliyor. “Türk-İş sendikacılığının”, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde sadece bir kısıtlayıcı değil, aynı zamanda bir engel olduğu açık. İşçi sınıfının çıkarlarını, sermaye iktidarlarının ve düzeninin çıkarlarına meze eden anlayış, açıktan bir uzantı haline gelmiş durumda. Geçmişte, sınıf mücadelesinin bariyeri olarak kurulan Türk-İş’in bugün geldiği nokta, sermaye düzeninin doğrudan uzantısı olma noktasıdır.
TÜRK-İŞ SENDİKACILIĞININ ÇIKIŞINDAKİ İKİ KÖKEN
Bu duruma sebebiyet veren iki neden bulunuyor: Türk-İş sendikacılığının tarihsel kökeni ve sermaye düzeninin işçi sınıfı karşısındaki göreli örgütlü düzeyi. Tarihsel köken olarak ifade edilen anlayış, “Amerikancı sendikacılık” olarak bilinen ve sendikal mücadeleyi “anlaşma” düzleminde kuran sendikacılık tipinin Türkiye’deki sendikal hareketin “kurucu” unsurlarından biri olmasıdır. Bugün “ana akım” sendikacılığın tarihsel izlerinde sermaye sınıfı ile işçi sınıfının ortaklaşa çıkarlarının olduğunu iddia eden bir zihniyet bulunmaktadır. Böyle bir anlayışın, değil ekonomik mücadele verme, işçileri temsil etmesi dahi söz konusu olamaz.
Elbette, her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de sendikal anlayış Amerikancı sendikacılığın farklı görünümlerinden ibaret değil. Sınıf hareketini esas alan ve ekonomizme boğulmadan işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını ve özlemlerini temsil eden bir sınıf mücadelesi anlayışının da izleri bulunuyor. “46 sendikacılığı” olarak bilinen ve bugünkü DİSK’in tarihsel kökenlerini yaratan “sınıf sendikacılığının” mütevazi ama değerli çabaları bir kenara bırakılamaz. Öte yandan, sendikal düzlemde sınıf sendikacılığı eğiliminin ciddi bir biçimde zayıfladığını, sendikal hareketin ise çözülüşe karşı koyamadığını söylemek gerekiyor.
Dolayısıyla bugünkü Türk-İş sendikacılığının Ergün Atalay tipi, sendika bürokratı bile sayılmayacak unsurlarda temsil edilir olmasına şaşmamak gerekiyor. Ergün Atalay ve benzerlerinin mikrofonundan çıkan “uzasaydı işler karışacaktı” tipinden sözleri duymak, onların sermayenin birer uzantısı olduğunu kanıtlamaktadır. Bu durum bizi, Türk-İş sendikacılığının günümüzde sınıflar mücadelesinin düzeyiyle ilgili sonuca sürüklüyor. Kapitalist krizin yoğunlaşma eğilimleri gösterdiği, sermaye sınıfı içindeki güçlerin gerildiği bir ortamda, sınıflar mücadelesinin seyrinin görece tek düze ilerleyişi, Türk-İş sendikacılığının özünde sermaye düzeninin güçlerini berkitmek için işlev gördüğünü açığa çıkarmaktadır.
SENDİKAL HAREKET VE DÜZEN BAĞI
Bu tür bir anlayışın, neden sınıf mücadelesinin mantığıyla ters olduğunu açıklamak gereklidir. Kapitalist bir toplumda sermaye ile işçi sınıfının tarihsel ve güncel olarak birbirine zıt olan çıkarları, üretim tarzının doğal sonucu olan sınıf mücadelesinin zeminini hazırlamaktadır. Bu üretim tarzında, sermaye sınıfı bir bütün olarak toplumsal formasyonu belirlerken, her türlü “karşı çıkış” hamlesinin zeminini siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak zayıflatır. Sendikal hareketin sınıf hareketi içindeki belirleyici güç olduğu 19.yüzyıldan itibaren başlayan dönem, 20.yüzyılın ortalarına değin devam etmiş, sermaye iktidarları bu dönemde sendikal hareketi çeşitli araçlarla “etkisizleştirmeye” çalışmıştır.
Özellikle emperyalizm çağında kapitalistlerin işçi sınıfı hareketine dönük en etkili araçlarından bir tanesi, sınıf içi farklılıkların maddi zeminde yeniden üretilmesini sağlamak olmuştu. Sendikal hareketin “sosyal demokrasi” eliyle düzen içi bir aktör haline Avrupa’da gelişi, Soğuk Savaş döneminde pekişmiş ve mevcut “çağdaş sendikacılık” adı altında günümüze ulaşmasına neden olmuştur. Bugün ise, sendikal hareketin bu eğilimleri, “reformizmin” taşıyıcısı değil, doğrudan sermaye iktidarlarının bir uzantısı haline dönüşmüştür.
Gelinen noktada, sendikal hareketin kendi varlık nedeni de sorgulanır hale gelmektedir. Türkiye’de yüzde 12 düzeyinde bulunan sendikal örgütlülüğün, önemli bir çoğunluğu toplu sözleşme yetkisinden uzaktır. Toplu sözleşme hakkına erişmiş olan kamu kesimindeki işçilerin, sendikal örgütünün sadece “grev hakkını” değil, aynı zamanda “toplu sözleşme hakkını” da bu biçimde ayaklar altına alışı, geçmiş dönemin “sendikal zihniyetinin” yerle yeksan edilmek zorunda olduğunu kanıtlamaktadır.
SENDİKAL HAREKET: MÜCADELE ARACI MI, ALANI MI?
Kriz ortamında bu zorunluluk daha fazla belirginleşmiştir. Esas olarak işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını savunan sendikal hareketin, bu zemini dahi kaybetmesi, kriz ortamında işçi sınıfı içindeki arayışları da arttırmaktadır. Bu arayışların zaman zaman “radikalleşmesi”, Türk-İş tipi sendikalarda dahi “mücadeleci” eğilimlerin öne çıkarak genel yönetime eleştirilerini sunmasına neden oluyor.
Daha önce 2009 krizi ve TEKEL eylemleri sonrasında Türk-İş içinde “Sendikal Güçbirliği” adı altında sendika içi muhalefet yan yana gelmişti. Bu muhalefetin, en nihayetinde “sınıf mücadelesini” esas almak konusunda herhangi bir görüşünün olmaması, muhalefetin havlu atmasına neden olmuştu. 2018 krizinden itibaren, Türk-İş içinde ayyuka çıkan tartışmalar ve “Sendikal Güçbirliği” çıkışını andıran yan yana gelişler, benzer bir durumun tekrarından ibaret. Dolayısıyla mücadeleci eğilimler öne çıkmakta ancak bu eğilimlerin sınıf mücadelesi gerçekliğinden uzak olduğunu görmek gerekiyor.
Türkiye işçi sınıfı, böylesi bir tabloda mevcut sendikaların temel anlayışla yetinemez. Sendikal hareketin dar, kısıtlayıcı ve belirli pratiklere indirgenmiş ritüelleri, Türkiye işçi sınıfının önünü açmak bir yana kapamaktadır. O nedenle, bu tablonun baştan aşağı reddedilmesi, sınıf sendikacılığı ilkelerini içeren, siyasal bir işçi hareketinin yeniden yaratılması gerekmektedir.
Bunun zemini ise 1967’deki DİSK’in çıkışından biraz daha farklı olmak zorunda. DİSK’in düzen karşıtı eğilimleri taşıyan ilk çıkışı, yükselen bir sınıf hareketinin kendine yön arayışıyla ilgiliydi. Bugün ise geriye çekilen bir sınıf hareketinin ayağa kaldırılışına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyaçtan kaynaklı olarak sınıf hareketinin yeni bir zeminde kurgulanması ve düzen karşıtlığını elden bırakmayacak bir anlayışın hâkim kılınması gerekiyor. Türk-İş’in anlayışına bir de bu açıdan bakmak ve sınıf hareketinin karşısında “sendika bürokratlarından” daha fazlasının olduğunu bilmek, her şeyden önemlidir.