Hazin bir durum
Her hastalık en akut halinde kendisini ele verir. Ondan dolayıdır ki, doktorlar doğru tanı koyabilmek için hastalıkların baskılanmadığı, en akut durumu görmek isterler.
Kapitalizm bir sistem mi, yoksa bir ekonomik hastalık mı? Bu tanıyı koyabilmek için sistemin sergilediği sahneleri en akut hali ile müşahede etmek gerekmektedir. Kapitalizmin hemen her alanda sergilediği görüntü hiç de iç açıcı olmadığı halde, nedense ne an olarak yaşanan bazı olayları, ne de uzun erimde oluşan süreci çözümleyip, gerçekçi bir tanı koyabiliyoruz. Kapitalizmin gözümüze sokarcasına resmettiği en büyük tablo ekonomik krizler, ileride insani felakete yol açmaya aday küresel ısınma, içinden geçtiğimiz ve milyonlara varan insanın ölüme sürüklendiği pandemi ve genel sağlık sorunları, yaygınlaşan yoksulluk ve daha niceleri nedense bizi hiç akıllandırmıyor. Bu ve benzeri oluşumlara ve süreçlere bakıyoruz, hatta zaman zaman eleştiriler de yapıyoruz, ama ciddi hiçbir önlem alamıyoruz.
İnsanlığa medeniyetin yeni yüzü diye tanıtılan küreselleşme sürecinde ülkeler daha bir birbiriyle kaynaştığı için söz konusu küresel sorunlara ait müzakereler daha olumlu geçer ve hiç değilse bazı konularda küresel çözümler üretilebilir diye düşünülebilir. Fakat görüldü ki, küreselleşme küresel sorunlara çözüm bulmak için değil, küresel sömürü ağı oluşturmak için sermayenin ince oyunlarla sahnelediği emperyalist senaryodur. Bu senaryo öylesine ince söylemlerle sahnelenmekte ki, küresel yoksullaşmaya rağmen emperyalizmi algılamak bir yana, süreci olumlu algılayanların oranı da diğerlerini neredeyse aşmış durumdadır.
Ünlü sol yazar Richard D. Wolff pandemi ile ilgili son kitabında, pandemi ile mücadelede neoliberalizme fazla yatkın olmayan ülkelerin ABD ve İngiltere gibi bu alanda hızlı davranan ülkelere göre daha başarılı olduklarını yazmış. Sözü edilen kitapta olmamakla beraber, sağlık alanında temel sağlık verileri ile en ileri ülkelerin ne en zengin ne de sağlığa fert başına en fazla para harcayanlar olduğu bu alandaki literatürde yerini almıştır. Bu ülkelerden birisi Küba, diğeri ise Hindistan’ın bir eyaleti olan Kerela’dır. Bu iki olumlu yönetimin müşterek özelliği sosyalist sistemle yönetiliyor olmaları ve sağlığa da bu anlayışla yaklaşım yapmalarıdır.
Wolff’un kanısına göre, kapitalist ülkelerde görülen yanlışlıklar ne genel insan topluluklarından ne de politikacılardan kaynaklanmaktadır. Tüm yanlışlar sistemin işleyişi sonucunda oluşan bozuk gelir dağılımı ve az sayıda varsıllar topluluğunun siyasi kararlara başat olması, hatta siyasi kararların kamuoyunda olumlu karşılanması için halkın bilinç düzeyini etkilemede etkili olmasıdır. Doğru ya, bu kadar ilk 10’lara ya da 50’lere giren üniversiteler boş yere mi besleniyor? O nedenledir ki, halk aleyhine kararlara alabilen siyasi iktidarlar halkın çoğunluğunun oyları ile işbaşında kalabilmekte, halkın aleyhine ve sermayenin lehine kararlarını parlamentolardan geçirerek uygulamaya koyabilmekteler,
Aynı oluşum pandemi sürecinde patron ve emekçinin durumlarında da açığa çıkmıştır. Beslenme ve sağlık konularında üretim ve pazarlama yapan üretim kolları dışındakilerde üretimin durdurulması gerekirken, üretimi sürdürme ve artık değer devşirme hırslısı patronlar evlerinde on-line işlerini sürdürürken, emekçiler “ekmekli ölüm” ya da “ekmeksiz ölüm” seçenekleri arasında sıkıştırıldılar. Burada patron mu yoksa emekçi mi yanlış bilinçle hareket ediyor? Bu sorunun yanıtı, açık farkla emekçi olacaktır. Ancak, lütfen dikkat edelim, burada sorun bilinçten farklı yerde. Zira emekçi yaşamı pahasına işe gitmek zorundadır, işsizliğin böylesi yaygın olduğu ortamlarda en ufak sorun çıkaran emekçinin derhal ve daha ucuz ücretle sağlanabileceği ortamda emekçinin seçeneği yoktur. Güzel de, emekçi kararlarını salt ne eli mahkûm patrona, ne de meydanlarda polis dayağı pahasına ve fazla bir sonuç alınamayan eylemlerde göstermek durumunda değil ki! Emekçi hiçbir risk taşımayan, fakat sonucuyla bu sistemde dahi emekçiye biraz nefes aldırabilecek seçim sandıklarında gücünü gösterebilir. Seçimle işbaşına gelen siyasi parti güçlü bir emekçi kesim tarafından desteklenmedikçe kapitalizmde emekçiye rahat yoktur. Bu durum işin tabiatına aykırıdır. İşte, burada da bilinç ya da yanlış bilinçlenme devreye girer. Ancak, istenmeyen iktidarın değişimiyle de emekçi fazla rahata kavuşmayacaktır. Çünkü sistem kapitalizm olarak, temel dinamik ve baskılarıyla siyasi erkin elini kolunu bağlamış, politikayı toplumsal düzenin sürdürülebilmesi için sermayeye mahkûm etmiştir.
Hal böyle olunca, yine Wolff’un son çalışmasında da verildiği üzere, mesele toplumda bir ur gibi dolaşan %1 sorununu halkın lehine düzeltmektir. Fakat burada da aynı noktaya geliyoruz. Bu sistemde ve bu işleyişte bu düzeltme de, hem fazla olası değildir, hem de çok ufak bazı düzeltmeler yapılabiliyor olsa da, gerçekçi ve kalıcı çözüm söz konusu olamaz. İşte bundan dolayıdır ki, siyasi erkler ya da sistemin bozuk işleyen üst-yapı kurumları ile uğraşmanın yanında, asıl sorunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. O mesele de, sistem sorunudur. Ne var ki, sistem sorununda da fevri ve hemen yarın için bir çözüm bulamayız, fakat bilinçli olarak geleceğe çalışarak, sürenin kısaltılmasına destek verebiliriz. Üstadın Kapital’i ile Komünist Manifesto’sunu çok iyi anlamalıyız. Nerede, hangi aşamada önce sükûnetle sistemi iyice anlamak, ikinci aşamada da politik mücadeleye yönelmek gerektiği konusunu tartışarak, düşünerek içimize sindirmeliyiz. Bu iki eserde ve diğerlerindeki felsefi kavrayışı ve sistem sürecini benliğimize yedirerek, mücadelede ne geri kalmalı ne de olgunlaşma sürecini beklemeden harekete geçmeliyiz. Şu nokta unutulmamalı ki, olgunlaşma süreci sermaye devinimlerine bağlı olduğu kadar, süreci kısaltıcı fikirsel toplum ışınlamaları da fevkalde yararlıdır. Bu nedenle, mücadeleyi sürdürmek ve bazı kısa dönemli avantajlar sağlamaya çalışmakla beraber, uzun erimi gözden kaçırmamak gerekir kanısındayım. Örnek mi gerek; işte İkinci Paylaşım Savaşı ertesinden 1970’lerin ortalarına dek sürdürülen koskoca sosyal devlet politikaları dönemi! Bu pembe dönemde emekçiler uyurken, sermaye birikim yaparak, 70’lerin ortalarında birikim krizine girdi de, bu krizi 1980’lere dek sürükledi ve sonunda kriz, işsizlik yine kâbus gibi üstümüze çöktü. Ne derler “Su, yani asker uyur, düşman uyumaz”
İşte bir aşı faciası ve varsıllıkla yoksulluk nasıl da birbirini itercesine ayrışıyorlar! Aşı kimlere ulaşacak, kimler ölümle pençeleşecek. Aşı olayı dahi kapitalizmin nasıl selektif olduğunu, işe yaramayanı elimine ediyor, görmüyor muyuz? Ne var ki, varsıllık o kesime sadece yüksek yaşam düzeyi sağlamıyor, aynı zamanda karşıyı önce ideolojik ve eğitim kanallarıyla uyutma iksiri, bu yetmediğinde de öldürücü silah gücü veriyor. Acının olduğu yerde mutluluk olur mu? Sosyal, ekonomik ve doğa sorunlarının giderek arttığı ve yaşamı tehdit ettiği ortamda ulusal gelirin fazla önemi olur mu? Acı ve mutluluğun birlikteliğinde demokrasiden, geleceğin tehdit edildiği toplumlarda günü kurtarmaktan söz edilebilir mi?