İstanbul Sözleşmesi yeter mi?

Gericiliğin özgürlüğü bugün yaşadığımız karanlıktan başka bir şey değildir. O yüzden gericiliğin özgürlüğü olmaz! O yüzden İstanbul Sözleşmesi önemlidir evet ama yetmez.

Evet, 2011 yılında yandaşların yazdığına göre AB’ye üyelik için verilmiş olan bir taviz İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imza… Yine yandaşlara göre artık AB üyeliği söz konusu olmadığına göre aile değerlerine, örf ve adetlere ters olan bu sözleşmeden Türkiye’nin imzası çekilmeli.

Gerici iktidarlara sahip Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde de durum benzer gerekçelerle aynı… 1990’larla birlikte dünyada ilerici değerlerin hızla terk edildiği bir tarihsellikte, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları hızla artarken, Avrupa Konseyi’nin “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair” biz sözleşmeyi gündeme getirmesi tesadüf değil elbette…

En kaba ifadeyle kadına yönelik ve aile içi şiddetin, kadın cinayetlerinin engellenmesi için önemli bir sözleşmeden bahsediyoruz. Peki, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı tarihe kadar ve o tarihten bugüne kadar ülkemizde neler oldu?

Öncelikle, Türkiye’de 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımları, başta laiklik olmak üzere, tasfiye edildi. Laiklik birçoğunun bugüne kadar tartıştığı gibi ceberut devletin halkın değerleri üzerindeki baskı aygıtı mıydı? Yoksa toplumsal yaşamın özellikle kadınlar açısından bir güvencesi miydi? Elbette ikincisi.
Cumhuriyet’in ilerici değerlerine dönük saldırıda laikliğin tasfiyesi önemli bir dönemeçti. Böylece, etnik kimlikler, dini aidiyetler birer mücadele alanı, dini cemaatler, tarikatlar, onların uzantıları olan dernek ve vakıflar sivil toplum örgütleri olarak toplumsal yaşama ve siyasete nüfuz ederek toplumun yeni rejime uygun hale getirilmesinde önemli roller alacaktı. Kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten uzaklaştırılarak, siyasetin içi de bir anlamda boşaltılmış olacak, emekçi kitleler böylece siyasetin dışına itilecekti.

Öyle de oldu. Türbana özgürlük eylemleri kimi solcu ve devrimci örgütlenmeler tarafından da “özgürlüklere sahip çıkmak” adına sahiplenildi. Kadını ikincilleştiren bir siyasi simge “özgürlüktü” artık. Laikliği, özgürlükçü laiklik, inançlara özgürlük, demokratik laiklik gibi sahte kavramsallaştırmalarla bir güzel sulandırıp ardından, dönemin TBMM Başkanı’nın “Anayasa’da laiklik olmaz” deme cüretini göstermesini sağlayacak noktaya getirerek tasfiye ettiler elbirliği ile.

İktidar, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu vaaz ederken, kadınlar her gün katledilirken, çocuk istismarları “9 yaşında kız çocuğu evlendirilebilir” fetvalarıyla devam ederken, din siyasetin ve toplumun yeniden yapılandırılmasında önemli bir araç işlevi görürken, “muhalifler” Türkiye’de bir laiklik sorunu olmadığını söylemeye, kara çarşafa rozetler takmaya, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmaya, mitinglerini dualar ve namazlarla açmaya, Şeyh Sait gibi işbirlikçi bir yobazın adını meydanlara vermeye ve anmalar düzenlemeye devam ettiler…

İktidar yeni rejimi kurarken, “muhalefet” de bu yeni rejimdeki yerini alıyordu.

Müfredatta fen ve matematik dersleri azaltılarak, din içerikli dersler arttırılırken, eğitim dini değerlere göre yeniden yapılandırıldı, okullarda ENSAR Vakfı gibi çocuk istismarına adı karışmış dini örgütlenmelerle değerler eğitimi için protokoller imzalandı, türban kreşlere kadar girerken, okullarda haremlik selamlık uygulamalar hayata geçirildi. Laik eğitim kurumlarının yerini hızla medreseler ve imam hatipler aldı. Müftüler nikâh yetkisi, imamlar okullarda, boşanma davalarında, yurtlarda arabuluculuk, danışmanlık yetki ve görevleri ile donatıldı.

Kadın artık sadece aile içerisinde, tamamlayıcı bir varlıktı ve işgücüne katılımı sermayenin ihtiyacına binaen yedekte tutuluyor, en güvencesiz koşullarda ve sefalet ücretiyle piyasaya dâhil olabiliyordu. Evde çocuğuna bakarken ve ailevi sorumluluklarını yerine getirirken çalışabilecekti artık!

Eh bu koşullarda İstanbul Sözleşmesi elbette aile değerlerine, örf ve adetlere tersti. AB’ye üyelik söz konusu değilse, buna da ihtiyaç yoktu. Ne de olsa laiklik tasfiye edilmişti. Herkes özgürdü! Bize de yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiçbir koşulu yerine getirilmeyen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmaması için mücadele etmek düşüyordu. Hem de bütün bu gerici kuşatmaya ortak olan bir takım “kadın örgütleri” ile birlikte…

Pekiyi, laikliğin olmadığı yerde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını beklemek ne kadar gerçekçi? İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için önce laikliğe amasız fakatsız sahip çıkmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için dinin toplumsal yaşamda ve siyasetteki yerini reddetmek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için imam hatiplerin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, dinci gerici dernek ve vakıfların kapatılmasını istemek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için emekçileri teslim almak üzere her geçen gün artan gerici kuşatmayı parçalamak gerekiyor.

O yüzden İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı Yasa da tek başına bir şey ifade etmiyor maalesef. Her ikisinin de uygulanmasının koşulu olan zemin ayaklarımızın altından çekilmişken tek başına, her şeyden yalıtılmış, karşımızdaki bütünlüklü saldırıyı gözden kaçıran bir direniş ne kadar değerli olsa da yeterli olmuyor…

Kadınların bugün sözleşmenin ve yasanın uygulanması için ayağa kalkması büyük önem taşıyor. Ancak, bu sözleşmenin ve 6284 sayılı yasanın uygulanabilmesinin koşullarını ortadan kaldıranlarla kol kola girildiği takdirde hiçbir kazanım elde edilemeyeceği gibi, bizi karanlıkla kuşatanların değirmenine su taşıyacağımızı bilelim. Safları netleştirmezsek, ellerinde kılıçla minbere de çıkarlar, hilafet isteyerek sokaklara da dökülürler, her gün onlarcamızı da katlederler, çocuklarımızın geleceğini istismarla, gerici ideolojilerle teslim almaya da devam ederler.

Gericiliğin özgürlüğü bugün yaşadığımız karanlıktan başka bir şey değildir. O yüzden gericiliğin özgürlüğü olmaz! O yüzden İstanbul Sözleşmesi önemlidir evet ama yetmez. O yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne de, 6284 sayılı yasaya da sahip çıkarken, sıfatsız, amasız ve fakatsız laiklik için de ayağa kalkacağız. O yüzden laikliği tasfiye edecek kadar gericileşen sermayeye karşı ve onun temsil ettiği burjuva ahlakının çürük temellerini ortadan kaldırmak için mücadeleden geçer kadınların özgürlüğü…

Bizler, karanlığı örgütleyenlerle aynı safta olamayız. Bizleri daha fazla sömürmek ve teslim almak için bu karanlığı besleyenlerle aynı safta olamayız. Çocuklarımızın geleceğini yobaz zihniyete teslim etmek için örgütlenip bugün takiyye yapanlarla aynı safta olamayız! Bizler, ekmeği de, gülleri de isteyenleriz! İşte bu yüzden bu mücadelede saflar vardır, safımız da bellidir!

Yaptık, yine ve daha örgütlü, daha kararlı yaparız. Bütünlüğü gözden kaçırmadan, ölümden korkmadan ama sıtmaya da razı gelmeden, bataklığı kurutmak için karanlığı örgütleyenlerle yolumuzu ayıralım. Mücadelemizin bütünlüğünü görelim. Sivrisineklerden kurtulmak için bataklığı kurutmak üzere ayağa kalkalım yeniden. Sadece kendimiz için değil, ülkenin aydınlık geleceği için…