Abdülhamid üzerine bir kaç hatırlatma
Eğer geçmişimiz, geleceğimizin pusulası ise yönümüz hep sınıftan yanadır ve dün nasıl ki zulmedenlerin iktidarı yıkıldıysa, yarın da yıkılacağını bu sayede biliriz. Darbeyle değil ama, devrimle gelecek o büyük kurtuluş için; emperyalizmin ülkemizden def edildiği o günler için, ‘hürriyet’in ne yasaklı ne de altı boş olduğu, hürriyetin hürriyet olduğu zamanlar için, yağma yok sosyalizm var demek için, ileri!
Güneş Doğan
AKP iktidarıyla birlikte ismini daha çok duymaya başladığımız, dönemi en tartışmalı kabul edilen padişahlardan biri, 34. Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid bugün hala belli kesimlerce göklere çıkarılmaya devam ediliyor. Padişahlığında yaşanan 33 yılı aydınlatmaya çalışacağımız bölüme geçmeden, Türkiye siyasetçileri açısından önemine bir vurgu yapmak gerektiğini düşünüyoruz.
Ülkenin yabancı sermayeye peşkeş çekildiği dönemlerin başına “denk gelen” başbakanlığıyla tanıdığımız; antikomünist, işçi düşmanı Menderes’le başlamak yerinde olacaktır. Adnan Menderes, 1952 yılında Osmanlı hanedan üyelerinin ülkeye girişlerini serbest kılan yasa tasarısıyla karşımıza çıkıyor. Kanun içeriği olarak haklarının hanedan üyelerine iade edilmesini öngören ve bunu Meclis’te kabul ettiren Menderes, aynı zamanda 2. Abdülhamid’in soyundan olan Müşfika Hanım ve ailesine, kendisine mektup yazması üzerine örtülü ödenekten maaş bağlamasıyla biliniyor. İtibarını geri kazanmasına yardım ettiği bu kişiler, tekrar belirtelim, Menderes’in yargılanmasında gördüğümüz sebeplere çok yakın sebeplerden eleştirilen Abdülhamid’in akrabalarından başkası değil. Nedir benzerlikleri diye baktığımızda örtülü ödenek paralarını zimmetine geçiren Menderes ve döneminde Osmanlı toprak ve kaynaklarını kendine tahsis eden Abdülhamid profillerini göz ardı edemiyoruz. Diğer bir benzerlikleri ise muhalefete yaptıkları baskıda ve basın kanallarını kendi çıkarına kullanmalarında karşımıza çıkıyor. Dönemine aşina olanlar için tablo açıktır fakat başka bir yazının konusu olan Menderes tarafını fazla açmıyoruz (ilgilenenler için bir giriş https://gazetemanifesto.com/2018/menderesi-nasil-bilirsiniz-207463/), Abdülhamid tarafından ise yazının devamında olabildiğince bahsedeceğiz.
Abdülhamid’i anan bir başka siyasetçi ise, sakın şaşırmayın, “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” diye anılan, piyasacı politikalarıyla bilinen ve hatta doğrudan sermayenin tercihiyle başa gelmiş Turgut Özal. Bir konuşmasında “…Hemen hemen hiçbir toprak parçası vermemiş… Siyaseten iyi idare etmiş… Ondan sonraki dönem olan 1909-1918’de koskoca imparatorluk bozuk para gibi harcanmış.” diyen Özal’a tarihi çarpıtmanın bu kadarı olmaz diyerek ilerliyoruz ve buna da yazının ilerisinde değinme temennisiyle, en iyiye saklamış olmasak da son siyasetçiye geçiyoruz.
Abdülhamid isminin en çok anıldığı dönemlerden birinin Cumhurbaşkanı olan Erdoğan, Abdülhamid’in torunlarıyla Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirdiği anma toplantısında şunları dile getirmişti:
“Dönemine damgasını vuran Sultan Abdülhamid ne yazık ki ülkemizde uzun yıllar görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, hatta karalanmaya çalışılmıştır… Birileri ısrarla ülkenin tarihini 1923’ten başlatmaya çalışıyor. Birileri inatla bizi köklerimizden, kadim değerlerimizden koparmaya gayret ediyor… Tarih bir milletin sadece mazisi değil istikbalinin de pusulasıdır….Biz birileri gibi tarihimize yüz çevirenlerden olamayız.” Daha sonra sözlerine sarayın ideolojisinden öte konuşamayan İlber Ortaylı’dan bir alıntı yaparak devam ediyor: “Osmanlı’nın cumhuriyetle barışmasıdır Sultan Abdülhamid.”
Tüm bunlara değinme sebebimiz, bütünlüklü bir tarih anlayışına sahipmiş gibi görünen ve birbirimizin devamıyız algısı yaratmaya çalışan bu siyasetçilerin söylemleriyle üstünü örttüğü gerçeğin ortaklığıdır. Millet olgusuyla herkesin çıkarını birmiş gibi göstermeye çalışan fakat alttan alta sermayenin ve işgalcilerin çıkarlarına hizmet eden siyasetçilere en yakın profil 2. Abdülhamid’den başkası olamazdı. Onun itibarını temizlemek, kendi itibarlarını temizlemek anlamına gelirken Abdülhamid; iktidarının son yıllarında güttüğü Neo-Osmanlıcı politikalarla kendi “tahtını” sağlamlaştıran Erdoğan için de kusursuz bir örnek olarak karşımızda duruyor. Yukarıda bahsettiğimiz konuşmasında Abdülhamid’den yaptığı bir alıntı bizlere bunun doğruluğunu gösterecek nitelikte:
“Hasta değiliz. Yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Yapmamız gereken nehrin dağılmış kollarını tekrar yatağında toplamaktır. Bizi zinde tutacak yegane kuvvet İslamiyet’tir.”
Siz söyleyin, daha iyi birini seçebilir miydi?
Pusulamızı yavaştan Abdülhamid dönemine çevirirken Ortaylı’nın sözlerini sorgulamadan geçmek olmazdı. Baskıcı ve gerici Abdülhamid iktidarı için belki en son kullanacağımız cümledir çünkü onun ifadesi. Döneminde, kendisinden önceki padişahların başına gelenlerden korkarak bir kere İstanbul dışına çıkmayan ve cuma namazları haricinde Yıldız Sarayı’nı terk etmeyen padişahın aldığı önlemler bunlarla sınırlı kalmamış, tüm ilerici faaliyetleri ve kendisine muhalefet olan basını engellemek için olağanüstü bir çaba göstermiştir. Meclisi kapatan, aydınları sürdüren, geceleri aydınlanan sokaklarda halkın kendisine karşı faaliyetlerde bulunacağından korktuğu için elektriğin gelişini engelleyen (elektrik İstanbul’a 1914’te gelmiştir) Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak mıdır? Buna okuyucu karar verecek tabii, önceki dönemin siyasi atmosferine şöyle bir göz attıktan sonra.
Vaka-i Hayriye olarak anılan olaya kadar Osmanlı’nın siyasi atmosferini, şu paragrafla anlamak mümkündür:
“Osmanlı döneminde halk ile padişah arasında temelde İslam’ın herkesçe bilinen “iyiyi doğruyu savun, kötülüğü men et” ilkesine dayanan üstü kapalı bir toplumsal sözleşme vardı. Padişah, bu üstü kapalı toplumsal sözleşmenin aksine hareket ettiği zaman, halkın ayaklanma hakkı kendiliğinden doğardı.”(1)
Aslında sivil halk ve yeniçerilerin yan yana olduğu kamusal alanlarda bir yanlışlık önce konuşulmaya başlanır, daha sonra din adamlarınca dillendirilerek rahatsızlığa bir meşruiyet kazandırılır ve yeniçeriler sürecin sonundaki isyanlara öncülük ederlerdi. Bu her rahatsızlık için geçerli olmasa da Osmanlı tarihi bu formülü örneklendiren bir dizi isyanla doludur. (Birçok “normal şartlar altında isyan edilecek” meseleyi ise Osmanlı iktidarı, dini kendi lehine kullanarak meşru kılmayı başarmıştır.) Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılmasıyla birlikte gelişen süreci ise Abdülhamid döneminden de nasibini almış Namık Kemal şöyle değerlendiriyor:
“İnsanları Vaka-i Hayriye’den beri feryaddan alıkoyan, Haliç’te binlerce yeniçerinin çürüyen cesetlerinin görüntüsüydü. Çünkü yeniçeriler devlet adamlarının baskısına karşı bir güç oluşturuyordu.”(2)
Daha sonrasında Osmanlı batılılaşma sürecine girmiştir. Bu, aslında kapitalistleşmekte çok geç kalmış Osmanlı için kapıların dış sermayeye açıldığı bir süreci beraberinde getirmiştir. Bu iki süreç doğrudan eşitlenemeyecek olmasına rağmen, burjuva devrimlerine sahne olan bir siyasi atmosfer ve işçi sınıfının olgunlaşmaya başladığı dünyada Osmanlı’nın eski formunu korumasını beklemek de yapılabilecek bir diğer yanlıştır. Batılılaşma; kısmi bir laiklik ve padişahın yetkilerinin kısıtlanması anlamına gelen fermanlar ve düzenlemeler şeklinde kendini göstermiştir.
Konuyu fazla dağıtmadan tahta geçtiği yıl olan 1876’ya gelelim. Tam üstüne gelen ve 93 Harbi (1877-78) olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı, Rusların Yeşilköy’e kadar girmesi üzerine İngilizlerden yardım talep edilmesiyle son bulmuş fakat dönemin ders kitaplarında bu olaya dair yalnızca Plevne gazisi Osman Paşa’nın kahramanlıklarına yer verilmişti. Basında bu savaştan bahsedilmesi yasaklanmıştı ve tahmin edileceği üzere bu, basının sansür yediği tek olay olarak kalmadı. Yabancı ve yerli gazeteler kapatılıyordu ve ruhsat verilen gazeteler sansür kurulu tarafından onaylandıktan sonra dağıtıma çıkabiliyordu. O dönemde gazetelere giden ve sansürün ağırlığını anlatmaya yetecek olan bildirinin bazı maddeleri şöyledir: (parantez içindeki kısımlar açıklama olarak yazılmıştır ve orijinal metnin parçası değillerdir)
- Basın haberinde önceliği hükümdarın sağlık durumuna, tarım ürünlerindeki rekoltenin iyiliğine (komiktir çünkü Abdülhamid döneminde tarım ürünleri ithal edilmeye başlanmıştı ve yerli üretim yok denecek kadar azdı) ve Türkiye’de ticaret ve sanayinin gelişmesine verecektir
- Ahlak bakımından Maarif Nazırı ve Ahlak komisyonu tarafından onaylanmayan hiçbir tefrika yayınlanmayacaktır.
- Gazetenin bir sayısında yayınlanmayacak kadar uzun hiçbir edebi ve bilimsel makale yayınlanmayacaktır. “Devamı var” ve “Arkası yarın” sözcükleri kullanılmayacaktır (Sebebi; Abdülhamid’in iktidarına karşı bir tehdit veya bir darbeden, “yarın gelebiliriz” anlamını çağrıştırabilecek sözcükleri sansürleyecek kadar çok korkmasıydı)
- Sorumluların kötü yönetimlerinden şikayet eden ve hükümdara sunulan kişilerin veya vilayetlerdeki çeşitli toplulukların dilekçelerinin yayınlanması katiyen yasaktır. Bütün tarihi ve coğrafi isimlerin ve özellikle “Ermenistan” sözcüğünün zikredilmesi yasaktır.
- Yabancı hükümdarlara karşı yapılan suikast denemelerinin ve yabancı ülkelerde hangi koşullarda olursa olsun vuku bulan isyan teşebbüslerinin yayınlanması yasak edilmiştir. Çünkü böyle haberlerin bizim yasalara uyan ve barış içinde yaşayan halkımızca duyulması iyi değildir.
- Bu yeni kuralları gazetenizin sütunlarında yayınlamanız da yasaklanmıştır, çünkü eleştirilere neden olabilir ve bazı kötü niyetliler tarafından başka yöne çekilebilir. (4)
Basın sansürü bununla da kalmıyordu. Gazetelerde Abdülhamid’in sivri burnunu çağrıştırdığı için burun; hürriyet, müsavat (eşitlik), cumhuriyet, grev, suikast, sosyalizm, grev gibi kelimeler de yasaklıydı. Ondan önceki süreçte ilerici akımların yayılmasına alan açan yayınlar onun döneminde Kıbrıs bile diyemez olmuştu.
Abdülhamid döneminde kaybedilen topraklar, Kıbrıs’ın İngilizlere sözde kiralanmasıyla sınırlı değil elbette. Osmanlı’nın en çok toprak kaybettiği dönemin sebeplerinden biri, yine darbe yaparlar korkusuyla, askeri Haliç’e hapseden ve çürümeye bırakan Abdülhamid’dir. 33 yıllık iktidarında öyle ya da böyle, bazen masa başında, bazen savaş alanlarında, bazen satılarak (1867’den sonra yabancıların toprak almasına izin verildi) toprak kaybedildi. İçinde baskılar sonucu Yunanistan’a verilen Teselya ve Narda, işgaline sessiz kalınan Tunus (5), gözleri açılır diye askerlerini yollamadığı Mısır (6)’ın da olduğu toplam 1.600.000 kilometrekareye yakın toprak parçası söz konusudur. Bu tabloya bakıldığında bazı tarihçilerin o dönem Osmanlı’nın fiilen yıkılmayışını Abdülhamid’in başarısı olarak değil, işgalcilerin Osmanlı üzerindeki paylaşım planlarında uzlaşamayışı olarak değerlendirmeleri haksız değildir.
O dönem için en iyi icraatların yapıldığı alan olarak değerlendirilen eğitim alanı ise tarihsel çarpıtmalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim yanlı kaynaklarda Abdülhamid’in açtığı söylenen fakat daha önce açılmış ve yalnızca meyvesi Abdülhamid döneminde alınmış eğitim kurumları şöyledir:
1773’te Mühendishane-i Bahri Hümayun, 1796’da Kara Harp Okulu, 1827’de Mekteb-i Tıbbiye, 1834’te Mekteb-i Harbiye, 1839’da Mekteb-i Maarif-i Adliyye, 1848’de Rüştiyeler ve Darülmuallimin, 1850’de Darülmaarif, 1846’da açmaya teşebbüs edilen ve 1871’de açılan Darülfünun… (9)
gibi birçok eğitim kurumu tersinden Abdülhamid döneminde yozlaşmalara maruz kalmıştı ve medreseler askerden kaçmak isteyenlerin uğrağı haline gelmişti. Nitelik oldukça düşmüştü. Bu dönemde ayrıca nüfuzlu din adamlarının “beşikteki çocuklarına” padişah iradesiyle “müderrislik” (şimdiki karşılığıyla akademisyen sayılabilir) gibi önemli unvanlar bahşediliyordu. Yani okumadan alim olunuyordu.
Döneminin bir meselesi de, dış borçlardan ötürü kurulan Duyunu Umumiye’ydi. Yabancı devletlerin, verdikleri borçları tahsil etmek üzerine alınan vergilere el koyması 2. Abdülhamid döneminde olmuştu. Doğrudan bir müdahale olarak görülebilecek bu hamle, herhangi bir karşı çıkışla değil boyun eğişle karşılanmıştı. Döneminde ayrıca herhangi bir yerli üretim olmadığı gibi, kendisine yakın zamanda fahri doktora unvanı verilmesini “sağlayan” demiryolu gibi tüm projeleri imtiyazlı yabancı şirketlere yaptırdığı biliniyor. (Ne kadar tanıdık geldi değil mi?) “Saray erkanı demiryolu, tramvay, elektrik ve gaz, tesisleri imtiyazlarını yabancı şirketlere peşkeş çekerek büyük karlar sağlamışlardır.”(8)
Nitekim tahmin edeceğiniz üzere saraylarda ejderha meyveli şerbetler içilirken halk fazlasıyla yoksul kaldı. Fakat yabancı ülkelerin baskılarına her şartta boyun eğen Abdülhamid hükümeti* bunu düzeltmek adına hiçbir eylemde bulun(a)mıyordu. Ağır vergiler altında ezilen halk birçok kere vergi isyanlarına kalkışmış, çatışmalar sonucu bir sürü insan hayatını kaybetmişti. Tabi bunların hiçbiri, bahsettiğimiz sebeplerden ötürü, basında yer almamıştı.
Aydınların baskılardan ötürü yurtdışına kaçtığı, ajanlık faaliyetleriyle ve insanların birbirini şikayet etmesiyle bilinen, üç kişinin yan yana gelemediği bu dönemi kısmen anlatmaya çalıştık. Yazının birçoğu -Abdülhamid dönemini hiç okumamış olsanız bile – sizlere tanıdık gelmiş olabilir. Erdoğan’ın istikbalinin pusulası olarak gördüğü Abdülhamid, kendi iktidarı açısından nasıl benzerliklere sahipse, yaptırımları açısından da bugüne bir ayna tutar nitelikte. Aynı şekilde ülkeyi parsel parsel satmasıyla bilinen siyasetçilerin çok sevdiği bir figür olmasını yadırgamıyoruz fakat Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamaktır diyenler için cevap bellidir. 2. Abdülhamid dönemi bugünü anlamak açısından elbette önem arz ediyor, en çok da arkası yarınlar için. Ne diyor şair:
Saraylar, saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter!
(Abdülhamid döneminde yasaklı kelimelerden biri de ‘zulüm’dü, neyse ki bugün kullanabiliyoruz)
Tarih diyalektik olarak ilerler ve tarih; sınıf mücadeleleri tarihidir. Eğer geçmişimiz, geleceğimizin pusulası ise yönümüz hep sınıftan yanadır ve dün nasıl ki zulmedenlerin iktidarı yıkıldıysa, yarın da yıkılacağını bu sayede biliriz. Darbeyle değil ama, devrimle gelecek o büyük kurtuluş için; emperyalizmin ülkemizden def edildiği o günler için, ‘hürriyet’in ne yasaklı ne de altı boş olduğu, hürriyetin hürriyet olduğu zamanlar için, yağma yok sosyalizm var demek için, ileri!
“Ey tarih, aç solgun yapraklı defterini ve kaydet dövüşenlerin hikayesini.”
(1) Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1. Cilt, Tevfik Çavdar
(2) T.D.T. 1. Cilt, Tevfik Çavdar
(3) Anayasaların Ekonomi Politiği Üzerine, Ali Rıza Aydın, Gelenek 120. sayı, Mayıs 2013
(4) Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul, Paul Fesch (Çev. Erol Üyepazarcı)
(5) Türk İnkılabı, Yusuf Hikmet Bayur,
(6) T.İ., Yusuf Hikmet Bayur
(7) Türkiye’nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu
(8) T.D., Doğan Avcıoğlu
(9) Bayram Kodaman’ın TTK Arşivleri’ne dayanan çalışmasından
*Öyle ki, Abdülhamid kendisine düzenlenen suikast girişimi sonrasında kanuna göre idam edilmesi gereken suikastçısı Edward Jorris’i, Belçika’nın baskıları sonucu affetmiş, daha sonrasında pasaportunu vererek Avrupa’ya, kendisine ajanlık yapmaya yollamıştır.