Hücum siyaseti
İktidar müzakereyi dışlayan iç siyaset tarzıyla toplumsal barışı tehdit ederken diplomasiyi yok sayan dış siyaset yaklaşımıyla da silahlı mücadelenin caydırıcı gücünü örseliyor.
İktidar uzun yıllardan beri iç ve dış işlerini hücum siyaseti ekseninde yürütüyor.
2000’li yılların başında ABD’nin tam desteğini alarak göreve başlayan AKP Hükümeti, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığını üstlendiğini en yetkili ağızdan açıklamıştı. Bu projenin dayandığı hücum siyasetinin en önemli kanıtı da
1 Mart 2003 tarihli savaş tezkeresiydi. Meclis tarafından reddedilen başbakanlık tezkeresi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesini düzenliyordu. O günden sonra ılımlı İslam ambalajlı CIA’sal İslam, Fetö güdümlü AKP eliyle ‘eski’ Türkiye’ye hücum etmeye başladı. Darbeci derin devletle mücadele kisvesi altında Susurluk damgalı bir kaç ismi de öne çıkartarak başlatılan Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarıyla başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Cumhuriyet’in tüm kurumları tahrip edildi. Aynı menzile yürüyenlerin ortak misyonu tamamlandıktan sonra gücünü yeterince pekiştiren Erdoğan’ın Fetö ile olan işbirliği de bozulmaya başladı. Erdoğan ile Obama arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi de bu sürece denk geliyor. Obama’nın 2012 yılında basına verilen beyzbol sopalı uyarı fotoğrafından bir yıl sonra Fetöcülerin ifşa ettiği 17-25 Aralık skandalı patladı. Yine Nisan 2016’daki bir dergi röportajında Obama, ‘beceriksiz’ ve ‘otoriter’ olarak nitelediği Erdoğan’ı Suriye’ye istikrar getirmek için güçlü ordusunu kullanmayı reddettiği gerekçesiyle eleştiriyordu[1]!
Obama’nın bu olumsuz açıklamaları da, Fetöcü darbe girişimi de, Rusya ile yaşanan uçak krizinin yumuşamaya başlaması da ne tesadüf ki yine aynı yıla denk geliyor. Rusya ise 2015 yılından itibaren yürüttüğü Suriye’deki operasyonlarla ABD’nin planlarını boşa çıkarıyor. Bir süre sonra da AKP iktidarı her iki emperyal güçten aldığı görev izniyle Suriye’de askeri varlık göstermeye başlıyor.
İdare-i maslahatçılık
Farklı hedeflere sahip olan ABD ve Rusya ikileminde bocalayan Erdoğan’ın Suriye politikası da ÖSO ve benzeri İhvancı muhalif unsurlara verilen askeri destek ekseninde hücum siyasetinden besleniyor. Bu arada biz görmek istemesek de Suriye’de Esad muhalifi güçler arasında ABD’nin arka çıktığı PYD unsurları da var. Gelinen noktada Esad yönetiminin Rusya’nın desteğiyle sürdürdüğü operasyonlar nedeniyle İhvancı güçlerle hareket eden AKP’nin eldeki toprakları uzun süre koruyabilmesi pek kolay görünmüyor. Ne gariptir ki toprak bütünlüğünü savunduğumuz Suriye’de Türkiye’nin yerleşik kurumları var. Örneğin Cerablus’ta Gaziantep Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okulu açıldı. Ayrıca El Bab, Azez ve Afrin’de Cumhurbaşkanlığı kararnamesi uyarınca üç ayrı fakültenin kurulması planlanıyor[2].
Suriye politikası çöken ABD, sonuç çıkmayacağını bile bile Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırmak için şu sıralar İdlib’deki hücum siyasetimize ‘şifahen’ destek veriyor. Aylar önce petrol sahalarını güvenceye aldık diyerek yeni bir adım atmayacağı sinyalini veren Trump’ın bizimle birlikte yeniden sahaya inmesini beklemek pek gerçekçi değil. İşin ilginç yanı her ne kadar Ortadoğu’daki çıkarları çatışıyor olsa da ABD ve Rusya liderleri kendi hedeflerinden sapmadan Erdoğan’a karşı izledikleri idare-i maslahat politikasında uzlaşıyor. Onlar şahsım iktidarını idare ederken şahsım iktidarı da dayatılan her yeni durumla barışarak idare-i maslahat etmek zorunda kalıyor(!)
Özellikle ülke sınırları içerisinde sınırsız yetkilerle donatılmış bir muktedirin kendini dev aynasında görüp güç zehirlenmesine uğraması beklenen bir sonuçtur. Bu tür otoriter figürler, içerideki gücünün dış dünya için de geçerli olduğu yanılsamasına kolayca kapılabilir. Diyarbakır’ı HDP den ‘kurtardığı ‘gibi, KKTC’ yi Akıncı’dan, Suriye’yi Esed’den, Libya’yı da Hafter’den kurtarabileceğine inanır. Hatta buna yandaşları da kolayca ikna olabilir. TV’deki tarihi dizileri kılıç kuşanarak izleyenler[3] ya da klavye başında Esed’i tepeleyenler hep bu yanılsamanın kurbanlarıdır. Hamaset edebiyatı kimilerine komik gelse de hücum siyasetinin besin kaynağıdır.
Demokrasi ideali korunmalıdır
Diktatörlerin ya da hanedanların yönettiği Ortadoğu ülkelerinin emperyalistlere yem olmasının temel nedeni demokrasi idealinden uzak olmalarıdır. Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de yaşananlar bunun en somut göstergesidir. Türkiye’nin en büyük şansı ise iyi kötü işlettiği parlamenter sistem deneyimi ve demokrasi idealidir. Bunun değeri mutlaka bilinmelidir. Zaten tek adam rejimine yönelik halk desteği günden güne azalmaktadır. İçeride ve dışarıda ülke halkının geleceğini ilgilendiren önemli konularda mutlaka toplumsal uzlaşıyı sağlamak gerekir. Hücum siyasetine destek vermeyenler Suriye ve Libya’daki varlığımızı yüksek sesle sorgulamaya başlamıştır. İçeride muhaliflere yönelik yargı eliyle yürütülen hücum siyaseti de artık kabak tadı vermiştir. AİHM’in ihlal kararlarını etkisiz kılmak için sanıklar hakkında yeni suçlar icat edilerek iddianameler hazırlanmaktadır. Demirtaş ve Kavala örneğinde olduğu gibi iktidar, tutukluluk halinin devamını intikam almak için kullanmaktadır. Yargı sistemini iktidar sopası haline getirip muhalifleri hukuksuz biçimde mağdur etmek yetmezmiş gibi bir de AKP içindeki hizipler, ‘zimmetlerine geçirdikleri’ mahkemeleri sopa gibi kullanarak mağdurlar üzerinden birbirleriyle güç yarışına girmektedir.
İktidarın dış politikasını belirleyen temel ögeler, SADAT, yerli tanklar, savaş uçakları ve insansız hava araçlarıdır. 14 Şubat Sevgililer Günü’nde paylaştığı Twitter mesajında SİHA’larına ilan-ı aşk eden Saray’ın küçük damadı da hücum siyasetinden nemalanan baş aktörlerden biridir[4].
İktidarın iç politikasını belirleyen temel ögeler ise kolluk güçlerini takviye eden bekçiler ve sivil milis güçleridir.
Yani iktidarın ölümsüzlüğü uğruna ölümüne hücum…Hadi ölelim, öldürelim (!)
Barışçıl siyaset güvenlidir
İktidarın iç ve dış ‘düşmanları’, hücum siyasetinin hedefindedir. İçerideki yerel seçim yenilgisinin yanı sıra güncel anketlerin olumsuz sonuçları da iktidarı sertleştirmektedir. “Kanal İstanbul, İş bankası, yerel yönetimler yasası, kayyum atamaları” gibi muhalefeti kızdıracak konuların sürekli gündemde tutulması da bundandır. Yenilmişlik duygusu pekiştikçe hırçın tavır belirginleşmektedir. İktidar müzakereyi dışlayan iç siyaset tarzıyla toplumsal barışı tehdit ederken diplomasiyi yok sayan dış siyaset yaklaşımıyla da silahlı mücadelenin caydırıcı gücünü örselemiştir. Bu koşullar devam ederse ülkenin emperyal güçlerin tuzaklarına düşmesi ciddi bir olasılıktır. Sosyoekonomik sorunların kronikleşmesi, partizan saflaşmaların inatla kışkırtılması ülkeyi bir kaos ortamına kolayca sürükleyebilir. Batıdan koparak Ortadoğu coğrafyasında ikbal aramak ülkemizi Iraklaşma, Libyalaşma riskiyle karşı karşıya bırakır. Egemen güçlerin Türkiye’yi Iraklaştırmasından koruyacak en önemli anahtar ise çoğulcu demokratik parlamenter sistemdir.
Ortadoğu’da hem ABD, hem de Rusya ile “çalışabilme” yetkinliğimiz olduğuna inanmak doğru değildir. Egemen güçlerin bizi de hedef tahtasına oturtacak gizli bir ajanda üzerinde uzlaşabileceği olasılığını asla göz ardı etmemek gerekir. Düşmanın düşman, dostun dost gibi olmadığı kaypak bir zeminde hücum siyaseti vahim sonuçlar doğurabilir. Onun yerine barışçıl siyaset adına mücadele etmek çok daha güvenlidir. Kurtların puslu havada kimi kapacağı bilinmez!
[1] https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2016/04/the-obama-doctrine/471525/
[2] https://www.trthaber.com/haber/egitim/gaziantep-universitesi-el-bab-azez-ve-afrinde-fakulteler-acacak-433923.html
[3] https://www.haberler.com/tarihi-diziler-kilic-kalkana-ilgiyi-artirdi-10908448-haberi/
[4] https://odatv.com/damattan-sevgililer-gunu-paylasimi-14022016.html