Karl Marx *
04-05-2020 23:56Ekonomi politiğin, emeğin her türlü servetin ve değerin yaratıcısı olduğu önermesini öne sürmesinden beri şu sorun kaçınılmaz olmuştur: Durum böyle olunca nasıl oluyor da ücretli emekçi, emeğiyle yarattığı değerin toplamını almıyor da bir kısmını kapitaliste teslim etmek zorunda kalıyor?
Friedrich Engels
Engels bu kısa incelemeyi 1877 Haziranı’nda yazmış; Brunswick’te çıkan Wolkskalender almanağında 1878’de yayımlanmıştır.
…….
Bilim yıllıklarında Marx’ın adını taşıyan pek çok buluştan biz burada ancak iki tanesi üzerinde duracağız.
Bunlardan ilki, dünya tarihi kavramı üzerinde onun yarattığı devrimdir. Daha önceki bütün tarih görüşü, “bütün tarihi değişikliklerin en son nedeni, insanoğlunun düşüncelerindeki değişmede aranmalıdır” tezine dayanıyordu; yani, tarihteki bütün değişiklikler içerisinde politik değişmeler en önemlisiydi ve bütün tarihe egemendi. Ne var ki burada, düşüncelerin insanın aklına ne zaman ve nasıl girdiği, politik değişikliklerin itici gücünün ne olduğu sorusu hiç sorulmuyordu, Ancak, daha yeni Fransız Okulu ile kısmen de İngiliz Okulu’ndan tarihçilerde en azından Ortaçağ’dan beri şu düşünce egemendi ki, Avrupa tarihinde itici güç, sosyal ve politik egemenlik için, gelişmekte olan burjuvazi ile feodal aristokrasi arasındaki mücadeledir. Şimdi Marx şunu kanıtlıyordu; şimdiye değin bütün tarih, bir sınıf mücadelesinin tarihidir, çok katlı ve karmaşık politik mücadeleler içerisinde önemli olan tek şey, toplumsal sınıfların, sosyal ve politik egemenliğidir, daha önceki sınıfların kurdukları egemenliğin devamı, yeni yükselen sınıfların bu egemenliği ele geçirme mücadelesi. Peki bu sınıflar, kendi kökenleriyle varoluşlarını neye borçludurlar? Bu sınıflar varlıklarını, toplumun belli bir dönemde kendi tüketim araçlarını ürettiği ve bölüştüğü madde ve fiziksel olarak duyumlanabilir koşullarına borçludurlar. Ortaçağ’ın feodal egemenliği, küçük köylü topluluklarının kendi kendine yeterli ekonomisi üzerine dayanıyordu; bu topluluklar hemen hemen bütün gereksinmelerini üretiyorlardı; değişim yok gibiydi; silahlı soylular bunların dışarıya karşı korudukları gibi dahilde de en azından politik çalkantılara karşı savunuyorlardı. Kentler oluşup da bunlarla birlikte, ayrı ayrı el zanaatları, sanayi ve ticari ilişkiler gelişince, önce ülke içinde, ardından da uluslararası boyutta kent burjuvazisi doğup gelişti; bu burjuvazi Ortaçağ boyunca soylularla mücadele ederek hem feodal düzene ve hem de bu düzenin sağladığı ayrıcalıklara dahil oldular, Ancak, Avrupa dışında da bir dünyanın varlığını keşfederek, on beşinci yüzyılın ortasından itibaren bu burjuvazi, ticaret alanında daha geniş bir yer elde etti; eşzamanlı olarak küçük sanayide bir atılım görüldü; önemli zanaat kolları, manifaktürle desteklendi; şimdi fabrika boyutlarına ulaşan üretim bu kez de geniş boyutlu sanayi ile desteklenir oldu; bu son gelişmeler, bir önceki yüzyılın buluşlarıyla, özellikle buharlı makinelerin icadıyla mümkün oldu. Geniş ölçekli sanayi şimdi, eski el emeğine dayanan üretimi geri kalmış ülkelere doğru sürdü ve daha gelişmiş olanlarda buharlı makineler, demiryolları, elektrikli telgraf gibi günün yeni iletişim ve ulaştırma araçlarını yarattı. Böylece burjuvazi gitgide, toplumsal servet ile toplumsal erki bir arada eline geçirdiyse de daha uzun süre politik erkten uzak kaldı; bu erk soylular ile, soyluların desteklediği monarşinin elindeydi. Ne var ki belli bir aşamada-Büyük Devrimden sonra Fransa’da- politik erki de ele geçirdi; şimdi de bizzat kendisi proletarya ve küçük köylü üzerinde egemen sınıf haline geldi.
Bu açıdan bakıldığında, bütün tarihsel olaylar -toplumun belirli ekonomik koşullan konusunda yeterli bilgi sahibi iseniz ki, bizim profesyonel tarihçiler bundan büsbütün yoksundurlar- oldukça basit bir şekilde açıklanabilir; aynı şekilde, her tarihsel döneme ait kavramlar ve fikirler, kendileri de belli ekonomik koşullar tarafından belirlenen hayatın içinde geliştiği ekonomik koşullar ve o dönemin toplumsal ve politik ilişkileri ile çok yalın biçimde açıklanabilir.
Böylece tarih ilk kez gerçek temeli üzerine oturdu; apaçık ama daha önce görmezlikten gelinen gerçek şuydu; önce insan, yemek, içmek, barınmak, giyinmek, yani çalışmak zorundaydı; bütün bunları, egemenlik kurmak, politika yapmak, din ve felsefeden ve benzeri şeylerden önce yapmak zorundaydı; ve işte bu apaçık gerçek, en sonu tarihsel dayanaklarına kavuşmuş oldu.
Bu yeni tarih anlayışının, sosyalist görüş için çok büyük bir önemi vardı. Bütün tarihi hareketlerin sınıf çatışması ve sınıf mücadelesi içerisinde cereyan ettiği, her zaman yöneten ve yönetilen bir sınıf olduğu, sömüren ve sömürülen sınıfların daima var olduğu; insanlığın büyük bir çoğunluğunun daima çetin bir emek ve alın teri dökme ama buna karşılık pek az zevk alma durumunda bulunduğu gösterilmiş oluyordu.
Peki bu niçin böyle olmuştu? Çünkü, insanlığın başlangıçtaki bütün gelişim aşamalarında, üretim öylesine az gelişmiştir ki, tarihsel gelişme ancak bu antagonist biçimde yürüyebilmiştir; bir bütün olarak alınırsa tarihsel gelişme, küçük bir ayrıcalıklı azınlığın tekeline geçmiş, oysa büyük bir kitle, kendi emekleriyle yine kendi zavallı geçim araçlarını üretebilmeye mahkûm olmuşlar ve bu arada da ayrıcalıklı sınıfın gitgide artan zengin geçim araçlarını üretmeye devam etmişlerdir, Tarihin aynı biçimde araştırılması, daha önceki sınıf egemenliklerinin doğal ve akla uygun bir açıklamasının yapılmasını sağlar; böyle yapılmadığı zamanlar, tarihteki olaylar ancak birtakım insanların pislikleriyle açıklanabilir; oysa bu bilimsel tutum bizi, üretken güçlerde günümüzde görülen muazzam artışın sonucu olarak, insanlığın-en azından çok gelişmiş ülkelerde- egemenler ve egemenlik altına alınanlar, sömürenler ve sömürülenler diye ayrılması için elde kalan son bahanenin de ortadan kalktığını anlamaya götürür; yönetimi elinde bulunduran büyük burjuvazi artık tarihsel görevini tamamlamış, topluma öncülük etmek şöyle dursun artık ona, üretimin gelişmesini engelleyerek ayak bağı olmaya başlamıştır; bu gerçeği, ticari bunalımlar, özellikle son büyük ekonomik çöküş, bütün ülkelerde görülen sanayinin bunalımlı bir döneme girmesi kanıtlamış bulunmaktadır; tarihi öncülük görevi artık proletaryaya geçmiştir; bu sınıf, toplumda işgal ettiği durum bakımından, bütün sınıf egemenliklerini ve her türlü köleliği ve sömürüyü ortadan kaldırmak suretiyle ancak kendisini özgür kılabilir; burjuvazinin artık denetleyemeyeceği büyüklüğe ulaşan toplumsal üretken güçler, toplumun bütün üyelerinin, yalnız üretime değil, toplumsal servetin dağılımına ve yönetimine de katılabileceği bir durumu meydana getirmek üzere el ele vermiş, proletaryayı beklemektedir, böylece, bütün üretimin planlı bir çalışmayla, toplumsal üretken güçlerdeki artış ve alınan sonuçlar öylesine artmış olacaktır ki, her türlü makul gereksinmelerin karşılanması, gitgide artan ölçüde olmak üzere herkes için sağlanmış olacaktır.
Marx’ın ikinci önemli buluşu, sermaye ile emek arasındaki ilişkinin nihai bir biçimde açıklığa kavuşturulmasıdır, bir başka deyişle, şimdiki toplum içerisinde, mevcut kapitalist üretim ilişkileri altında, işçinin kapitalist tarafından sömürülmesi nasıl gerçekleşmektedir. Ekonomi politiğin, emeğin her türlü servetin ve değerin yaratıcısı olduğu önermesini öne sürmesinden beri şu sorun kaçınılmaz olmuştur: Durum böyle olunca nasıl oluyor da ücretli emekçi, emeğiyle yarattığı değerin toplamını almıyor da bir kısmını kapitaliste teslim etmek zorunda kalıyor?
Burjuva iktisatçıları olsun, sosyalistler olsun bu soruya geçerli bir yanıt bulmaya çalıştılarsa da, boşuna; en sonu Marx bu sorunun tam karşılığını buldu. Bu sorunun çözümü şöyledir: Halihazır kapitalist üretim biçimi iki ayrı sınıfın varlığını öngörür; bir yanda, bütün üretim ve tüketim araçlarına sahip bulunan kapitalistler; öte yanda, anlan bu araçlara sahip bulunmadıkları için, satabilecekleri biricik meta olan emek gücüne sahip bulunan proletarya; işte bu yüzden proletarya, tüketim nesnelerine sahip olabilmek için, kendilerinde bulunan şeyi, emek güçlerini satmak durumundadırlar.
Ne var ki bir metanım değeri, üretimi sırasında dolayısıyla yeniden üretiminde kendisinde somutlaşan toplumsal bakımdan gerekli emek miktarıyla belirlenir; öyleyse ortalama bir insanın, bir gün, bir ay, bir yıl boyunca harcadığı emek gücünün değeri, bu emek gücünün, bir gün, bir ay, bir yıl boyunca hayatta kalabilmesi için gerekli tüketim nesnelerinde somutlaşan emek miktarıyla belirlenecektir.
Diyelim, bir işçinin bir günde harcayacağı tüketim araçlarının üretimi için altı saatlik emek gerekse ya da aynı şey demek olan, bu araçların içerdikleri emek, altı saatlik emek miktarını temsil etse; bir günlük emek gücünün değeri, altı saatlik emeğin somutlaşması olan para miktarı ile ifade olunur. Yine varsayalım ki, bizim işçiyi kullanan kapitalist, harcadığı emeğe karşı bu miktarı ödese; böylece onun emek gücünün tam değerini ödemiş olur. Eğer işçi, günün altı saatini kapitalist için çalışıyorsa, kapitalistin ödediği parayı tamamıyla karşılamış olacaktır; yani altı saatlik emek için altı saat çalışmış olacaktır. Ama bu durumda kapitaliste bir şey kalmayacaktır; oysa kapitalist, duruma tamamen farklı bir biçimde bakar. Kapitalist şöyle der; ben bu işçinin emek gücünü, altı saatliğine değil tam bir günlüğüne satın aldım ve buna uygun olarak o işçiyi altı saat değil, koşullara göre 8, 10, 12, 14 ya da daha fazla çalıştırırım. Bu suretle, yedinci, sekizinci ve daha sonraki saatlerin ürünü, karşılığı ödenmemiş emeğin ürünü olur ve bu ürünün karşılığı doğrudan kapitalistin cebine girer.
Dolayısıyla, kapitalistin hizmetindeki işçi, yalnız emek gücünün değerini üretmekle kalmaz-bunun için kendisine zaten bir ödeme yapılmıştır-bir de bunun üzerinde ve ötesinde, kapitalistin çaktırmadan cebe indirdiği bir artıdeğer üretmiş olur. Üretilen bu artıdeğerler ise belirli ekonomik yasalara uygun olarak tüm kapitalist sınıf arasında bölüşülür ve toprak rantının, karın, sermaye birikiminin doğduğu temeli, kısacası emeğiyle yaşamayan sınıfların tükettiği ya da biriktirdiği servetin esasını oluşturur. Bütün bunlar şunu kanıtlamaktadır ki, bugünün kapitalistlerinin ele geçirdikleri servet tıpkı, köle sahibinin ya da serf emeğini sömüren feodal beyin, karşılığı ödenmeyen emeğe el koyması gibidir. Bütün bu tür sömürüler sadece karşılığı ödenmeyen emeğe el koyma biçimi ve yöntemindeki farklılıklar ile birbirinden ayrılır. Ne var ki bu, mülk sahibi sınıfların, halihazır toplumsal düzenin haklı ve adaletli olduğu, hak ve görevlerde eşitlik bulunduğu, çıkarlar konusunda genel bir uyumun sağlandığı biçimindeki her türden ikiyüzlü haklı gösterme çabalarını çürütmüş olur. Aslında bu, halihazır burjuva toplumunun tıpkı kendisinden önceki toplumsal düzenler gibi, büyük bir halk kitlesinin, küçük ve gitgide küçülen bir azınlık tarafından sömürülmesine dayanan muazzam bir kurum olduğunun kanıtıdır.
İşte modern bilimsel sosyalizm, bu iki önemli gerçeğe dayanır. Kapital’in ikinci cildinde bu ve kapitalist toplum düzeniyle ilgili yine önemli bilimsel buluşlar daha geniş biçimde irdelenecek ve böylece, ekonomi politiğin birinci ciltte ele alınmayan diğer yönleri devrimleştirilmiş olacaktır. Dileğimiz Marx’ın bu cildi de yakın zamanda baskıya hazır hale getirmesidir.
* Bu yazı Alaattin Bilgi tarafından çevrilen ve Kor Yayınları tarafından basılan “Ateşi Geleceğe Taşıyanlar, Anılarla Marx-Engels” kitabından alınmıştır.