Suat Derviş: Sıfatlara sığmayan kadın
17-05-2020 00:17Mücadeleyle dolu bir ömrün anısına saygıyla…
(Bu yazı Sosyalist Cumhuriyet Gazetesi’nin 32. sayısından alınmıştır)
Baş Eğmeyen Kadın, Yıldızları Seyreden Kadın, Kıpkızıl Komünist gibi bir dizi tanımlamayla ifade edilen Suat Derviş sıfatlara sığmamıştır. 23 Temmuz 1972’de Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde hayata veda ettiğinde ardında pek çok roman, muhtelif gazete ve dergilerde yazılmış yazılar, röportajlar ve mücadeleyle dolu bir yaşam bıraktı. Derviş’in yaşam öyküsüne baktığımızda, gazeteci ve edebiyatçı kimliğini politik duruşuyla bütünleştirmiş güçlü, yaşama sıkı sıkıya bağlı, “başını eğmeyen” bir kadınla karşılaşırız.
İlk gençlik yılları işgaller altındaki bir ülkede geçer. Bu yıllar aynı zamanda yazar kimliğinin de ortaya çıktığı dönemlerdir. Yayımlanan ilk şiiri kendi bilgisi dışında basılmış ve ölümüne kadar üretmeye devam etmiştir Suat Derviş. Bu şiirin basılma hikayesi ise şu şekildedir: Nazım Hikmet’le aile dostu olmalarının etkisiyle sık sık görüşürler. Bir gün Suat Derviş evde yokken eve uğrayan Nazım, Suat Derviş’in şiirini masasının üzerinde görür ve annesi Hesna Hanım’dan izin alarak şiiri bastırmak üzere beraberinde götürür. Ekim 1920’de Alemdar gazetesinde yayımlanan bu şiirinin ardından İleri, İkdam, Ümid gibi farklı gazetelerde de yazıları yayımlanmaya devam edecektir ve gazeteciliği bir meslek olarak görmeye başlayacaktır Suat Derviş de. Kara Kitap isimli ilk romanıyla birlikte edebiyat dünyasında da var olacaktır.
Politik görüşlerinin de bir yandan şekillenmeye başladığını görüyoruz. 1916 yılında Henri Barbusse’nin Goncourt Ödülü’ne layık görülen Ateş isimli romanı Suat Derviş’i oldukça etkilemiş ve yazara birkaç mektup göndermiştir. Mektuplarına karşılık da alan Derviş, yazarın komünist kimliğinden etkilendiğini yıllar sonra Europe dergisine Henri Barbusse ile ilgili yazdığı bir yazıda anlatır. Ateş kitabından alıntılanmış bu cümlenin bir ömür etkisinde kaldığını belirtir: “Hürriyet ve kardeşlik birer kelimedir, oysa eşitlik bir olgudur.”
Bir devrin kapanıp yeni bir düzenin kurulduğu, padişahlığın yerini cumhuriyete bıraktığı bir zaman diliminde hem edebiyatçı hem gazeteci bir kadın olarak oldukça üretken bir şekilde romanları basılmakta gazetelerde yazıları yayımlanmaktadır. Yazdığı romanlarda kadın-erkek ilişkilerine odaklanmasına ve gazete sayfalarında kadınlara yönelik yazıları yayımlanmasına rağmen bu dönemde ne kadın hakları mücadelesinde önemli işlere imza atan Nezihe Muhiddin’in Kadın Yolu (kısa bir süre sonra Türk Kadın Yolu olarak adı değişmiştir) gazetesinde ne de Sabiha-Zekeriya Sertel tarafından çıkarılan Resimli Ay gazetesinde yazıları yayımlanmıştır. Bir taraftan yeni oluşmaya başlayan politik duruşu diğer taraftan da kendi yaşamında ortaya çıkan sorunlar (iki defa evlenip boşanması, evlatlık olan kız kardeşinin intiharı gibi) henüz bu iletişimin kurulamamasında etkili olmuş olabilir.
Yaşadığı sorunlarla baş edebilmek için ablası Hamiyet ile birlikte Berlin’e giderler ve babasının 1932 veya 1933’teki (farklı kaynaklarda farklı tarihler verilmektedir) ölümüyle birlikte ülkeye dönerler. Berlin’de kaldıkları süre içerisinde de yazmaya devam eden Suat Derviş artık “Niçin yazmalı?”, “Kimler için yazmalı?” sorularını da sorar bir yandan. 1930’lardan sonraki yazılarında bu değişim açık bir şekilde gözlenir. 1931 yılında henüz ülkeye dönmemişken yazdığı Emine romanında sosyal adaletsizliği ilk defa eleştirdiği belirtilir. Özellikle ülkeye dönüşünden sonra gazete yazılarına bakıldığında kadınlar, çocuklar, yoksullar, evsizler, iş kazaları sonrasında iş göremez hale gelen işçiler hakkında röportajlar yapmaya ve yazılar hazırlamaya başlar. Bu röportaj dizilerinden birisi de çocuklara yöneliktir, 1935 yılında yayımlanan “Çocuklarımız Ne Halde?” başlıklı röportaj yazısını şu ifadelerle bitirir: “Memleketimizde has ve üvey evlat olarak imtiyazlı ve sefil iki sınıf çocuk görmek istemiyoruz.”
Neriman Hikmet’le birlikte birkaç sayı yayımlanan Yeni Edebiyat dergisini çıkarmaya başlarlar. Yeni Edebiyat dergisiyle birlikte Suat Derviş’in hayatında da yeni bir dönem başlar. O dönem TKP genel sekreterliğini yapan Reşat Fuat Baraner öncülüğünde faşizme karşı olan aydınların yer alacağı bir yayın çıkarma kararı verilir. Neriman Hikmet ve Suat Derviş’in isimleri görünürde olan isimler olacaktır. 5 Ekim 1940’da gazete formatındaki ilk sayısını çıkarırlar. Sabahattin Ali, Abidin Dino, Attila İlhan, Sabiha-Zekeriya Sertel, Hasan İzzettin Dinamo ve müstear isimlerle Reşat Fuat Baraner ve Nazım Hikmet gazeteye katkı koyan isimlerden bazılarıdır.
Suat Derviş Yeni Edebiyatı şu cümleyle tanımlar: “İçinde ilaçlık olsun diye bile gericilik olmayan bir sol dergi.”
1941 yılında sıkıyönetim kararıyla kapatılana kadar Suat Derviş’in dergiye yazdığı öyküler, eleştiriler toplumcu gerçekçi çizgisini de pekiştiriyordu. Derginin kapatılmasıyla birlikte Neriman Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş, Zeki Baştımar ve Sabiha Sertel sıkıyönetim mahkemesi tarafından sorguya çağrılır. Bir ceza alsalar da zaman aşımı nedeniyle beraat ederler. Yeni Edebiyat kapanır ama Suat Derviş, TKP için yazmaya devam eder, bültenler, çeviriler, piyesler…
1941 yılında Suat Derviş ve Reşat Fuat Baraner evlenir.
1944 yılında gazeteci kimliğiyle Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaretleri “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum” başlığı altında yazar. Elbette, bu dokümanın basılması sonrası iş bulması zorlaşmıştır. Ardından 1944 yılında yapılan TKP Tevkifatı’nda Reşat Fuat Baraner’le birlikte tutuklanır ve sekiz ay tutuklu kalır. Bundan sonraki yıllar hep sıkıntılarla geçecektir. 1951 Tevkifatı’nda Reşat Fuat Baraner yine tutuklanır. Bu sefer Suat Derviş’i tutuklamamışlardır, ama sürekli takip altındadır. Sürekli izlenmenin getirdiği tedirginlikle birlikte ablası Hamiyet’le birlikte Paris’e giderler, ancak zorluklar orada da peşlerini bırakmaz, pek çok tanıdığın sırt çevirdiğini görürler. Yine gazetelere yazılar yazarak, kitaplarının yabancı dilde yayımlanmasını sağlayarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Bu dönemde basılan Ankara Mahpusu, uzun bir zaman sonra Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı olur.
Eserlerinde yine kadın-erkek ilişkileri merkezi bir konumda duruyor görünse de roman karakterlerinin kişilikleri toplumcu bir duruşu hissettirmeye devam eder.
“Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz, ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.” satırları hâlâ Henri Barbusse’nin romanında altını çizdiği, eşitlik olgusunun vurgulandığı satırları unutmadığını gösterir. Yine Ankara Mahpusu romanından, “Bu iyi kalpli ihtiyar kadın hakikatleri değiştiremezdi. Merhametiyle dışarıda sokak köşelerinde olan o müthiş hakikati silecek iktidarı olamazdı.” ifadesi mücadelenin politik bir zeminde yürütülmeksizin başarıya ulaşmayacağını hatırlatır bizlere.
Reşat Fuat Baraner’in tutukluğunun bitmesi üzerine ülkeye geri döner ve uzun bir ayrılığın ardından tekrar bir hayat kurarlar. Ancak ekonomik zorluklar ve sağlık problemleri peşlerini bırakmayacaktır. 1968’de eşinin ölümü ne kadar yıpratsa da Suat Derviş’i, o mücadele etmekten vazgeçmeyecektir. Neriman Hikmet, Mediha Özçelik, Zehra Kosova’nın da aralarında bulunduğu emekçi kadınlarla birlikte 1970’de Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’ni kurarlar ve bu yaşamındaki son politik eylemi olur.
Mücadeleyle dolu bir ömrün anısına saygıyla…
(*) Bu yazının hazırlanmasında Liz Behmoaras’ın Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi (Doğan Kitap, 2008), Feryal Saygılıgil’in editörlüğünde Kadınlar Hep Vardı: Türkiye Solundan Kadın Portreleri (Dipnot Yayınları, 2017) ve Suat Derviş’in Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? (TÜSTAV, 2002) kitaplarından yararlanılmıştır.