“Yerli ve milli” dedikleri: AKP'nin emperyalizmle dansı
07-06-2020 20:09Bugün dış açık olarak bilinen ithalat-ihracat dengesizliğinin iki kaynağı bulunmaktadır: Türkiye'nin enerji ihtiyacı ve üretim için ihtiyaç duyulan ara mallar.
İlker Demirer
“Yerli ve milli” söylemi son yıllarda iktidar çevrelerince sıkça tekrar ediliyor. Savunma sanayindeki bir dizi gelişme “yerli ve milli” adıyla pazarlanırken, bu kervana ilaç sanayide katıldı. “Yerli ve milli otomotiv” çağrısı uzun yıllardır yapılırken, bu üretimlerin hangilerinin hangi düzeyde gerçekten yerli olup olmadığı da tartışma konusu haline geldi.
Tartışmanın seceresi bir hayli kabarık. Söz gelimi “milli tank” diye yıllardır pazarlanan projesinin bir yandan Katar ortaklı “yerli şebekeye” peşkeş çekilirken, öbür yandan motorlarının dahi Almanya’ya üretilmesi gündeme gelmişti. [1] Benzer durum “yerli otomotiv” için de geçerli. Yerli otomotiv olarak lanse edilen ürünün tasarımından, yürüyen aksamına kadar türlü kısımlarının yabancı menşeili oluşu bir hayli tartışma konusu olmuştu.[2]
Katar ortaklı, Alman motorlu tank ya da İtalyan tasarımlı, İngiliz prototipinde yerli otomotiv…
Tartışmanın bu kısmı önemli olmakla birlikte “teknolojide diğer ülkelerden destek almak iyi midir kötü müdür?” tartışmasına saplanıp kalacağı için, bağımlılık konusunu biraz açmak gerekiyor.
Bağımlılık ilişkileri nereden doğmaktadır?
Bağımlılık ilişkilerinin arkasında yatan nedenler nelerdir ve sonuçları ne olur?
Bağımlılık ilişkilerinin teorisi ya da emperyalizm gerçeği
Bu iki sorunun arkasında yatan temel kalkış noktası emperyalist-kapitalist sistemin doğasıdır. Kapitalist üretim tarzının özel bir aşaması olarak emperyalizm, devasa bir tekeller düzeni olarak; sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin bir sonucudur. Bu durumun sonucu olarak sermaye ihracı emperyalist merkezler lehine çözülürken, diğer ülkelerin emperyalist sisteme eklemlenmesi olgusunu açığa çıkartır.
Emperyalist sistemde pazarların paylaşılması ve bu paylaşım için verilen ekonomik, siyasi ve askeri savaşların, sistemin doğasını teşkil ettiği iyi bilinen bir gerçek. Özellikle 20.yüzyılın başında İngiltere, Fransa ve ona sonradan katılan Almanya gibi ülkelerin merkezinde durduğu büyük bir paylaşım mücadelesi başlarken, ortaya çıkan sömürge ülkeler kategorisi emperyalist sistemin doğrudan bir sonucuydu. Ancak bir diğer ortaya çıkan sonuç ise “bağımlı ülkeler” kategorisidir.
Bu bağımlı ülkeler kategorisi, Lenin’in de tespitiyle emperyalist-kapitalist çağın mali tekellerinin sömürge politikalarının sonucunda ortaya çıkan “geçici” ilişkilerdir. [3] Bu geçici ilişkiyi 20.yüzyılın başında tarif ederken kullanılan Portekiz örneği oldukça ilgi çekicidir. Kendisi de sömürgelere sahip olan Portekiz, yetersiz sermaye birikimi nedeniyle İngiliz mali-sermayesinin himayesi altında, diğer emperyalist güçlere karşı kendi sömürgelerini korumaktadır.
Burada küçük bir parantezi Marksist teori içindeki farklı “bağımlılık” tezlerine ayırmak gerekiyor. Bu geçici ilişkilerin önemli bir dizi “toplumsal” sonucu olduğunu düşünen 60’lı yıllar “Bağımlılık Okulu” tezlerinden esinlenen bakış açısı bazı zorluklar yaşamaktadır bugün. Bir hayli iddialı olan bu okulun tezlerinden “uluslararası ticaret dengesizliklerine” odaklanan Samir Amin’in daha gerçekçi olarak ayrıştığı bu ekolün, geçici ilişkilerin doğasını bir hayli statikleştirdiğini düşünüyorum. [4]
Ancak bu dönemin ürettiği geçici ilişkiler, kategorik olarak ele alınmak zorunda. Emperyalizm çağının bir evresine ilişkin değil, emperyalist-kapitalist dönemin mali-sermayesinin ürünü olarak bir coğrafyada sürekli yeniden üretilirler. Bu nedenle, Türkiye benzeri ülkelerde farklı sermaye gruplarının eğilimleri dönemsel olarak yön değiştirmekte, ancak mali sermayenin çıkarları baki kalmaktadır.
Yüzeyin ardında yatanlar ve Türkiye
Bugün “yerli ve milli” söyleminin arkası kazındığında bu gerçek daha fazla görülebilmektedir. Türkiye sermaye sınıfının, uzun yıllar süren ekonomik gelişimi için ihtiyaç duyulan sermaye kaynağı ve üretim araçları büyük oranda emperyalist merkezlerden temin edilmeye devam edilmektedir. Bugün dış açık olarak bilinen ithalat-ihracat dengesizliğinin iki kaynağı bulunmaktadır: Türkiye’nin enerji ihtiyacı ve üretim için ihtiyaç duyulan ara mallar.
Enerji kaynakları açısından ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan Türkiye, imalat sanayisindeki orta-düşük teknoloji ağırlığı nedeniyle makine ve kimya ürünleri sanayilerinde de ithalatçı konumundadır. 2019 verilerine göre ithalatın yüzde 80’i imalat sanayisine dönük ara malı ihtiyacı kaynaklıdır. [5] 2019 yılında yüksek kur artışı nedeniyle düşen yatırım ihtiyacı, ara malı ithalatı azaltmasına rağmen, sadece kimya sanayinde bu miktar 10 milyar doların üzerindedir. İthalatta bu sektörlerin büyük oranda temin noktası Almanya ve Çin olurken, enerji kaynaklı yapılan alımlar ise Rusya ve Körfez ülkeleri oldu.
Elbette, bağımlılık ilişkileri sadece dış ticaret dengesiyle sınırlı değil. Bir örnek sağlıkta yaşanan bağımlılık ilişkisi. . Bakan Koca’nın 2019’da itiraf ettiği “sağlıkta bağımlıyız” açıklamasıyla birlikte yerli ilaç tekelleri, büyük patent anlaşmaları yaparak yeni ürünler satın almaya ya da kopyalamaya çalıştı. Gene de bu alanın ilaç tekelleri lehine büyümesi, halkın ihtiyaçlarının karşılanması anlamına gelmiyor. Büyük sanayi yatırımlarının büyük oranda yabancı ortaklarla birlikte yürüdüğü bir ortamda, emekçi halkın ihtiyaçlarına dönük adımlar atılması zor gözüküyor.
Mali tekeller
Mali-sermayenin yarattığı kaynaşma, Türkiye sermaye sınıfı için sadece imalat sanayi üzerindeki bağımlılığı arttırmıyor. Uluslararası mali-tekeller bugün finansal piyasalar üzerinden de büyük bir değer aktarımını sağlıyor. Bir dönem çok tartışılan “dolarizasyon” olgusu, bankalar için bir gerçeklik haline gelmiş durumda. Salgın nedeniyle azalan dolar mevduatlarına rağmen, bugün mevduatların yarıya yakını hala dolar pozisyonunda bulunuyor.
Sadece parasal olarak değil, uluslararası tekellerin borsa üzerinden sağladığı gelirler de dudak uçuklatan düzeylerde bulunuyor. BİST 100 endeksinin salgın nedeniyle gerileyen büyüklükleri, yabancı varlıkları azalttı. Ancak 2020 Mayıs ayı sonu itibariyle yabancı varlıkların ağırlığı BİST 100 endeksinin yüzde 53’ü düzeyinde bulunuyor. [6] Yıllara göre bu büyüklükleri sağlayan merkezler değişse de İngiltere, Katar ve ABD merkezli yatırımcılar merkezi rol üstleniyor. AKP’nin SWAP anlaşması için bu üç ülkeyi merkez alması bu nedenle şaşmamak gerekiyor. [7]
Emperyalizmden kurtulmadan asla!
Dolayısıyla tüm bunlar, yerli ve milli söyleminin, görünenin ardında yatan ilişkileri saklamaya yetmediğini gösteriyor. İktidarın propaganda makinesi aracılığıyla kanıtlamaya çalıştığı “üretim atağı” ardında yatan ilişkilerin sonucu. Sermaye sınıfının ihtiyaçlarıyla belirlenen bu politikalar, emekçi halkın çıkarlarını karşılamaktan uzak kalırken, “Türkiye işçi sınıfının kaderi bu politikalara mı bağlı?” sorusunu ortaya atmaya neden oluyor.
Bize göre ise bu sorunun cevabı açık ve net: Asla!
Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının çıkarı, tüm bu bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmeyi ortadan kaldıracak bir düzenin kurulmasından geçiyor. Bu nedenle emperyalizme karşı mücadele işçi sınıfının kurtuluşu için bir zorunluluktur.
Notlar
[1] https://tr.euronews.com/2020/01/21/milli-tank-altay-motor-sorunu-nasil-cozulecek
[2] https://odatv4.com/bu-arabanin-neresi-yerli-neresi-milli-30121919.html
[3] Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması, Sol Yayınları, 7. Baskı, s.86-87
[4] Samir Amin’in ifadesiyle “uluslararası ilişkilerin asimetrisinden kaynaklı olan bağımlılık ilişkileri” tezi, bir anlamda Ricardocu “karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin” Marksizme yedirilme çabasıydı. Bir hayli yaratıcı olan Amin, bu durumun sonucu olarak bağımlı ülkelerin üretim düzeyinin belirli bir noktada kalacağını öngörüyordu. Bu öngörü verili örneğimiz için uyumsuz kalırken, Amin bir yerde haklıydı, bağımlı ülkelerin burjuvazisini siyasal düzlemde emperyalizm yeniden yapılandırma konusunda “mahir” bir güçtür.
[5] Ekonomik Rapor:2019, TÜRMOB yayınları, s.34
[6] https://www.dunya.com/finans/haberler/borsada-kucukler-buyuk-kazandirdi-haberi-471401
[7] Buna rağmen Türkiye’nin son SWAP anlaşmasından öncesine kadar bu işlemleri en büyük gerçekleştirdiği ülke Çin’di. ABD’nin kapısının çalınıp geri dönülmesinin ardından İngiltere ve Katar’ın kapısını çalan Türkiye, bu iki ülkenin mali tekellerine büyük ayrıcalıklar sağlamak üzere anlaşmalar yapmakta.