Askerin Türküsü üzerine
Sovyet filmlerinin çoğunda yönetmenlerin kendi insanlarını resmediş tarzı Amerikalılarınkinden çok daha sıcaktı. Askerin Türküsü’nde de durum bu.
Kaan Kavuşan
Özellikle Amerikan ve sıklıkla da Batı Avrupa anlatılarında Sovyetler Birliği vatandaşlarının temsili genellikle robottan farksızdır. Bunu, ideolojik bir tercih ve düşmanca bir sosyalist insan figürü yaratma isteğinden ayrı şekilde okumak pek mümkün değil tabii. Sanki Rusya’da, Ukrayna’da, Kazakistan’da veya Sovyet vatanının onlarca ülkesinin herhangi birinde; aşk, sevgi, mizah, neşe ve üzüntü; kısacası duygulara dair ne varsa ortadan yok olmuş da herkes androidlere dönüşmüş kapitalist dünyaya göre. Tekme-tokat atsan yerinden kıpırdamayacak, şaka yapıldığında gülmeyecek, en büyük fedakarlıkları yapsalar da bir damla göz yaşı dökmeyecek insanlara dair bir korku masalı anlatıldı yıllarca cümle âleme.
Oysa ki Sovyet filmlerinin çoğunda yönetmenlerin kendi insanlarını resmediş tarzı Amerikalılarınkinden çok daha sıcaktı. Askerin Türküsü’nde de durum bu. Yönetmen Grigori Çukray, bu yapıtta bize ne savaşı ne askerliği ne de savaş dönemi siyasetini anlatıyor. Askerin Türküsü muzaffer savaşın onlarca kahramanca olayından birini değil, savaşın kendilerinden alıp götüreceklerini bile bile faşizme karşı ülkelerini savunan halkın kaybettiği şeylerin neler olduğunu tek tek, farklı hisler uyandırarak gösteriyor seyircisine.
Daha ilk sahnede, belli ki uzun süre önce evlâdını kaybeden gözü yaşlı bir anneyi görüyoruz. Bize anlatılacak olanın da 19 yaşındaki oğlu Alyoşa’nın hikayesi olduğu hemen sürprize yer vermeden bildiriliyor bir dış ses vasıtasıyla. Şimdi biliyoruz ki Alyoşa savaşta ölmüş bir asker ve köyünün çok uzağında bir mezarda yatmakta. Aynı dış ses sonra şöyle diyor: “Ona Rus askeri, kahraman derler. Fakat annesi için o, doğduğu günden, bu yoldan geçip cepheye gittiği güne kadar, her şeyini bildiği oğlundan başkası değildi. Ve o bizim arkadaşımızdı. Onun hiç kimsenin, annesinin bile bilmediği öyküsünü anlatacağız şimdi.”
Daha ilk sahnede Sovyet insanının dört kaybıyla karşılaşmış oluyoruz. Bir, bir ananın evladını kaybı; iki, bir askerin canının kaybı; üç, bir merhumun doğal bir yoldan öldükten sonra sevdiklerine yakın bir yerde gömülme ihtimalinin kaybı; dört, askerin yaptığı yolculuğu annesinin bilmemesi dolayısıyla ortak hikâyelerin kaybı.
Halbuki Alyoşa, cesaretinden dolayı komutanından bir haftalığına evine gitmek için izin kopardığında aklındaki tek şey canlı kanlı annesinin karşına çıkıp ona doya doya sarılmak ve başından geçenleri anlatmaktı. Evin çatısını onarmaktan başka isteği de yoktu bir süreliğine. Alyoşa yola bunun için çıktı ama çıktığı yolda karşılaştıkları bize aslında sadece onun değil, o dönemleri yaşamış Sovyetler Birliği vatandaşlarının hemen hemen pek çoğunun hikayesini anlattı.
Yönetmen bunu öyle güzel duygu geçişleriyle aktarıyor ki Alyoşa’nın yolda karşılaştığı karakterlerin eylemleri hakkında hep birden fazla hisse kapılıyoruz. Örneğin, benliğine karşı içsel bir acıma beslediği için karısını terk etmeye karar veren gazinin üzerinden hem savaşın psikolojiyi tahribatı kafamızı karıştırıyor hem de çilekeş Sovyet kadının başına gelen haksızlığa sinirleniyoruz. Yolun ilerleyen kısmındaysa karısı için savaşmasına rağmen tam da bu yüzden onu başkasına kaptıran başka bir Sovyet askerinin kaderine üzülüyor, karısının vefasızlığına sinirleniyoruz. Alyoşa gizli gizli atladığı özel bir askeri sevkiyat treninde, gene kendisi gibi kaçak olarak sızan Şura’yla karşılaştığındaysa, bir yanlış anlamanın ardından hemen birbirine yakınlaşan iki gencin filizlenen aşkına tanık olurken içimiz ısınıyor ama bir yandan da bu işin sonunun ne olduğunu bildiğimiz için kalbimiz buruluyor.
Yol boyunca Şura ve Alyoşa sadece ilginç bireylerle karşılaşmıyor, çeşitli duraklarda hem ülkenin hem de halk kitlelerinin yıkıntılarının arasında dolaşıyorlar. Savaş, kıtlık ve açlık hiç de öyle tipik Batılı ajitatörlerin söylediği gibi değil, aksine hiç gizlenmeden karşımıza çıkarılıyor yönetmen tarafından. Alyoşa ve Şura, zorluklar yaşasalar da sonunda varacakları yere kadar bir arada kalmayı beceriyorlar. Alyoşa, Şura’ya veda ederken de daha sonra annesine veda ederken de biliyoruz ki aslında bu onları son görüşü. “Döneceğim anne” diyen Alyoşa’nın son bağırışı, elde olmadan tutulamayan bir sözün kötü kaderini bilmenin burukluğunu hissettiriyor bize de.
Film, Sovyet sinema tarihinde Leylekler Uçarken ile birlikte özel bir öneme sahip. İki film de geniş bir Batılı seyirci kitlesi bulmuştu. Leylekler Uçarken’in kazandığı başarı, Askerin Türküsü ile birlikte, tekil olmaktan çıktı ve Sovyet sinemasının bir ekol olarak popülerleşmesine katıda bulunup Batı’da yaygınlaşmasına sebep oldu. Öte yandan bugün hâlâ biliyoruz ki, yazının başında bahsettiğimiz “Robot Sovyet vatandaşı” anlatısı günün sinemasında bile hala ısrarla sürdürülüyor. Ama şu da bir gerçek ki, sosyalizmin gerçek yüzü belki de Askerin Türküsü gibi sıcak ve samimi filmler sayesinde biraz daha çatırdatıyor Batı kara propagandasının aysbergini.