Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar

Semiha Özalp Günal, Sosyalist Kültür'e yazdı: Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar

Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar

Semiha Özalp Günal

Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar- Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler kitabı, Deniz Kandiyoti’nin 1975–1995 yılları arasında yazdığı yazılardan seçilenlerin çevrilmesinden oluşan bir derleme. Bana göre kadın sorununa doğru bakanlardan biri olan Kandiyoti için, neden Türkçe yazmamış, neden kendisi çevirmemiş gibi sorularım var ama muhatabım yok. Kadınların yaşamını etkileyen pek çok parametreyi kapsadığı için yazıların gayet iyi seçildiklerini düşünüyorum. Kent ve kırdaki toplumsal değişim içindeki kadın rollerini ayrı ayrı incelemiş örneğin. Hatta köy, kasaba, kent diye ayırdıktan sonra kenti de gecekondularda yaşayan kadınlar ve orta-üst sınıftan kadınlar diye ikiye ayırmış.

Yazar aslında hem kendi gelişimini, hem kadın araştırmaları alanının gelişimini, bize dikte ederek değil de kadınlara ilişkin sorduğu soruların değişimiyle aktarmış. Kadın araştırmaları literatürüne de çok hâkim olduğundan (literatürü oluşturanlardan biri olduğu için belki) çeşitli karşılaştırmaları yapması da hiç zor olmamış. Kitabın bence (aslında okuyan pek çok kişice) en önemli özelliği hem toplumsal cinsiyet konusunda araştırmaları bir araya toplayarak okuyana toplu bir bakış fırsatı tanıması hem de araştırma önerilerinde bulunarak bu konuda çalışacaklara ön açması. Yani toplumsal cinsiyet, kadın-erkek konularına sosyolojik, siyasal ya da ekonomik açıdan yaklaşmak isteyen, merak eden herkese bir şeyler vaat ediyor kitap. Ayrıca, akademik merakı olmayan ama günümüz Türkiye’sinde ve aslında pek çok ülkede kadınların karşılaştıkları davranış biçimlerini anlamaya, değerlendirmeye çalışanlar için de bunu kolaylaştıran örnekler-konular var.

Kitap üç ana bölümden oluşuyor; ilki toplumsal değişim. Kırsal/kentsel ana başlığında iki alt kısmı var, birincisi cinsiyet rolleri ve toplumsal değişim, ikincisi ise kadınlar ve hane içi üretim. Bu bölüm 70’li yıllar Türkiye’sini anlatıyor. Yazarın kendisi bu yazıda, kadının konumunu belirleyen etkenlerin çok boyutluluğunu göstermeye çalıştığını (s:11) söylese de aslında toplumsal sınıfları farklı kadınların toplumsal değişim sürecinde nasıl farklı etmenlerden etkilendiğini anlatıyor.

Geleneksel hane ilişkilerinden söz ederken (s:29) anne-oğul-gelin ilişkisindeki “toplumsallaşmanın bu biçimi, dulluk ve yaşlılıktaki gelecek güvencesi için bir yatırım anlamı taşır: aynı zamanda kadınların ezilmesine neden olan bir sistemin devam etmesine de hizmet eder” demektedir. Hep sorduğumuz kadınların bu ezilmişliği niye devam ettirdiği sorusunun yanıtlarından birini de vermiş olur aslında.

Yazar, kasabalarda yaşayan kadınların değişimine ilişkin çeşitli araştırmalardan söz ederken, ekonomik yapının, geleneksel rolleri ve davranış kalıplarını ne denli etkilediğini çeşitli örneklerle göstermiştir. Bu örneklerden biri olan Magnarel araştırmasından söz ederken (s:34) o güne kadar erkek işi sayılan pazara gitme ve alışveriş yapma işinin “şeker fabrikasında çalışan erkekler, fabrikanın çalışma saatleri yüzünden alışverişe çıkamaz olunca, karılarına bu tür konularda daha çok özgürlük tanıyan, yerli olmayan yöneticileri taklit etmeye başlamışlardır” diyerek ekonomik yaşamın geleneksel davranış kalıplarını nasıl etkilediğini anlatmaktadır.

Bu bölümde kasaba kadınları anlatmaya devam edilirken, pek çok kişiye ilginç gelebileceğini düşündüğüm bir mevlit işlevselleştirmesi var (s:38): “Gerçekten de, kadınların ev dışı faaliyetlerinin meşruiyet kazanabilmek için ciddi görünmesi gereken toplumsal sınıflarda, mevlidin yaygınlaştığı varsayılabilir”. Mevlit ciddi bir faaliyettir…

Kentli, gecekondulu kadınlardan söz ederken Kandiyoti, aslında eğitimin çevredeki hayat tarzından dolayı çok da işe yaramadığına değinerek günümüzde de geçerliliğini koruyan, bir saptama yapmıştır (s:42): “Televizyon, çizgi roman ve kadın dergileri gibi basit okuma malzemesi türünden kitle iletişim araçları, kadınlar üzerinde etkilidir. Kadınların temel arzularını basit, anlaşılabilir bir dil, simge ve imgelerle sömüren kitle iletişim araçlarına nüfuz etmiş olan kültür, devlet okullarında sunulan yabancı burjuva kültüründen daha etkilidir”. Aslında bu konuda çok daha belirgin bir saptamayı Tansı Şenyapılı Gecekondu kitabında yapmıştır. Kandiyoti de bu makalede ondan alıntı yaparak şöyle demektedir (s:43): “(o yıllarda yeni olan televizyon ve düzeysiz yayınlar) İnsanı kendi sınıfına yabancılaştıran, tatmin edilmemiş arzulara ve gereksiz özlemlere yol açıp kadınlar için mutsuzlukla sonuçlanan tüketim yönelimli bir değerler sistemini etkin biçimde yerleştirir.” (s: 50).

Kentteki rol ilişkilerini anlatırken bence ekonomik yapının etkisine ilişkin değerli bir saptaması var Kandiyoti’nin: “Daha aşırı durumlarda uluslararası sanayinin yer seçim ve yatırım politikaları, bazı ülkelerdeki optik ve elektronik sanayilerinde olduğu gibi, kadınlar için istikrarlı bir istihdam yaratırken, erkeklere benzer iş ya da göç fırsatları sağlanamayınca, erkeklerin ekonomik rollerinde giderek daha fazla bir aşınma meydana gelecek, bu da ailenin kuruluşunda ve işleyişinde ciddi sonuçlara yol açacaktır. Bazı Latin Amerika ve Uzak doğu ülkelerinde görülen bu eğilim Türkiye’de gerçekleşmemiştir”.

İkinci bölümde ataerkilliğin ideolojik ve kurumsal bağlantıları milliyetçilik ve İslam üzerinden anlatılıyor. Kandiyoti genel olarak ataerkilliği sorgulayan bu bölümde İslam ve ataerkilliğin birbirine karıştırıldığına değinse de, çeşitli kimliksel bağların yetersiz olduğunu; bölgeler, ülkeler, kültürler, kimlikler arası kimi farklılıkların da değerlendirilip araştırılacağı çalışmalar dizisi öneriyor. Bu bölümde özellikle Cumhuriyetin kuruluş döneminde inşa edilen toplumsal yapı, kadın-erkek ilişkileri, dönem edebiyatından çeşitli örnekleri de kapsayan biçimde anlatılıyor.

Cumhuriyetin kuruluş dönemi ile ilgili, kimilerine katıldığım kimilerine katılmadığım ilginç belirlemeleri var Kandiyoti’nin. Bilindiği gibi bu konuda (modernizm-aterkillik-islam-kadın alt başlıklarında Cumhuriyet rejimi) Türkiye’deki tartışmalar zaman zaman alevlenmektedir. En son bir akademisyenin Kemalizm akraba evliliklerini yasaklayarak kadınları zor duruma düşürmüştür minvalinde bilimselliği şüpheli açıklamaları vardı. Aslında bu tartışmaları bağlamından koparmadan yapmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Ancak bir kitap yazısında olmaz.

Kandiyoti’nin bu yazısı (kitabın bu bölümü demeliyim) Türk romanındaki kadın imgelerinden toplumsal yapıdaki kadının durumunu saptama çalışması. Bu yazıdan cumhuriyet kadınları ile ilgili bir iki saptama paylaşacağım ama önce -hangi romanlar olduğu belirtilmese de- şu alıntıyı paylaşmak istiyorum. “Bu araştırmacılar (J. Parla ve R.P Finn’i kastediyor), ilk beş Türk romanının yetim bir erkek kahramanla başlamasını ve bu kahramanların Batı’dan ithal edilen yeni toplumsal ve ahlaki kodlarla ilişkilerini kurmak için tamamen kendi başlarına bırakılmalarını dikkat çekici buluyorlar”. İlk romanların çoğunu öyle ya da böyle (yani çok eskiden ya da eskiden ) okudum pek çoğunuz gibi. Türk edebiyat tarihi denince ilkokuldan beri derslerde de anlatılan romanlar bunlar, o yüzden pek çoğumuz merak edip okul sıralarındayken okuyoruz bu kitapları. Ama bu cümleyi okuduğumda böyle bir olgunun hiç farkında olmadığımı düşünerek hayıflandım. Açıkçası hiç olmazsa kitaplığımda olanları yeniden okuyacağım. Hem Kandiyoti’nin belirlemeleri hem de bu araştırmacıların söyledikleri açısından. Kim bilir belki bir dahaki yazı Tanzimat romanları üstüne olur.

Bana göre bu bölümün en vurucu, en iddialı saptaması sonuç kısmında “…Cinselin bu sorunlu konumu milliyetçi olmanın yabancı etkilerden arınmış artık bir vatansever olan, yalnızca iffetli değil açıkça cinsiyetsiz olarak tarif edilen kadın kahramanınca yeterince onaylanır. Bu tepkisel tavrın, kadınların özgürleşmesini ve peçeden çıkmalarını gerçekleştiren Kemalist reformların bunu telafi edecek yeni bir simgesel peçeyi –cinselliği bastırma peçesini – gerektirmesinden kaynaklandığını öne sürüyorum.”

Peçe demişken yine bu kitaptan öğrendiğim civelek peçesinden söz etmeliyim; bir dönem yeniçeri ocağına gerçek yeniçerilerin hizmetlerini görmek için 15-18 yaş arası Yeniçeri civeleği olarak adlandırılan gençler alınıyor. Bazı yeniçeriler, disiplinin bozulduğu, artık yeniçerilerin kışlalarında yatıp kalkmadığı bir dönemde, onlarla birlikte bekar odalarında hanlarda kahvehanelerde kalmaya başlayan, hizmetlerinde kullandıkları bu civeleklerle dost olmuş ve onların hamisi haline gelmişlerdir. Halk tabakasından geldikleri ve çoğunlukla güzel yüzlü oldukları söylenen bu gençlerin yüzlerini kötü niyetli insanların bakışlarından korumak için hasır ya da sırma püsküllü peçelerle örtmüşler. Bu peçelere de civelek peçesi denmiştir. Elli yıldan fazla süren bu moda, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte kaybolmuş (s:223).

Kandiyoti, üçüncü bölümde ise modernliği, kadın erkek kimliklerini, -biraz erkeklerin de incelenmesi gerektiğini ima ederek- erkeklik paradokslarını ve modernin cinsiyetini sorguluyor. Muhafazakar modern çatışmaları da bu bölümde değerlendiriliyor.

Birazdan okuyacağınız alıntıyı yazar iki kez yazmış ben de alıntılayayım dedim, toplu taşıma araçlarında, sokakta, dinci gericiler tarafından saldırıya uğrayan kadınları daha iyi anlamamız için. “Üstelik devlet destekli köktendincilik hareketlerine tanık olunan ülkelerde ataerkil otorite uygulamaları kamusal alanlarda kadınların kılık ve davranışını düzenlemekte sınırsız yetki verilen, ancak kendileriyle ilintisi olmayan erkeklerce, örneğin din adamları, polisler ya da işgüzar vatandaşlarca yürütülür.” (s:181)

Aslında günümüz Türkiye’sindeki bazı siyasal manevraları anlamak için bile okunabilecek bir kitap. Bildiğiniz gibi günlük yaşam politiktir. Bir yerde milliyetçi ideolojinin “yaygın bir yanlış bilinç örneği” olduğundan söz ediliyordu yerini bulamadım ama bana hoş geldi. Kitabın 1996 yılında yazıldığını anımsatarak, Kanal İstanbul, Katar vb. tartışmaların olduğu günümüze ışık tuttuğunu düşünerek aşağıdaki alıntıyla sonlandırayım bu yazımı (s:112):

“Bölgesel planda, petrol zengini ve kaynak yoksulu ülkeler arasındaki farklılıklar, Müslüman ülkeleri etkileyen göç, yardım ve siyasal nüfuz akımları üzerinde önemli bir etki yarattı. Söz konusu bölgenin Mısır, Yemen, Pakistan, Bangladeş ve Türkiye gibi yoksul sayılan ülkelerinden körfezin petrol zengini ülkelerine göçmen akımı olurken ters yönde akan para ve siyasal nüfuz, söz konusu ülkelerin politikalarını etkiledi. Bu ters akım İslamcı zeminleri olan yerel güçleri ve partileri kültürel ve siyasal bakımdan desteklerken, yardıma muhtaç ülkelerin İslamla şu veya bu biçimde uzlaşma arayışına girmelerine neden oldu. Söz konusu nüfuz ya yerel İslamcı kesimlerin yönetici parti ve hükümetlerden kabul görmeleri, kayrılmaları ya da doğrudan mevcut hükümetlerin daha radikal İslamcı kesimlerin rekabetini önlemek üzere kendilerinin İslamcı bir çizgi benimsemeleri gibi yollardan etkili oldu”.