Tarihsel TKP üyesi Ekrem Kandemir: Bizim tek isteğimiz sizin gibi genç arkadaşların okuyup, araştırıp, insanlara aktararak, toplumu geliştirmesidir
77 yaşındayım. Hiçbir eylemden geri kalmıyorum gücüm yettiğince. Korkmuyorum da. Bizim tek isteğimiz sizin gibi genç arkadaşların okuyup, araştırıp, insanlara aktararak, toplumu geliştirmesidir. Bizim en büyük aşımız budur.
Tarihsel TKP üyesi Ekrem Kandemir ile (nam-ı diğer Peygamber Ekrem) sosyalizmle ve Parti ile tanışmasını, Partili mücadele sürecini, işçi sınıfı mücadelesindeki anekdotlarını, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ni ve Parti’nin 100. yaşına dair görüşlerini konuştuk.
İstanbul’a gelişinizden ve TKP’yi nasıl tanıdığınızdan bahseder misin?
Ben köylüyüm. 1960’da İstanbul’a geldim, 17 yaşındaydım. Varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Kasımpaşa Piri Reis Ortaokuluna yazdırdılar beni ama tabii almadılar okula. Hem boyum uzun, hem yaşım geçmiş… 1 yıl kadar geçici işlerde çalıştım. Ondan sonra Philips iş yerine müracaat ettim, bir buçuk ay sonra çağırdılar beni mülakata. Mülakatı geçtim, girdim fabrikaya. Fabrikaya girdiğimde en büyük şansım Türkiye Maden-İş sendikasının burada örgütlü olmasıydı. Maden-İş sendikası hem ideolojik olarak Türkiye’de ve her yerde parmakla gösterilen bir ekonomik örgüttü sendikalar arasında. Orada çalışmaya devam ettim, sonra Kavel Direnişleri başladı, o zaman DİSK yoktu. Kavel Direnişlerine katılırdım zaman zaman, geceleri. İlk başlarda sadece bir direnişti, grev değildi. Sendika örgütlenmesi için direniş başlatılmıştı. Bir savaşım vardı orada. Bazı insanlar yanlış yorumlayıp anlatıyorlar. Sendika örgütlenmesi yapıldığı için direniş başlatıldı Kavel’de. Ve sendikal örgütlenmeyi de başardık Kavel’de. O zamanlarda sendika aidatlarını elden veriyorduk.
Daha sonra Ecevit’in 1963 senesinde iktidara gelmesiyle Çalışma Bakanı 274-275 sayılı sendikalar yasasını getirdi. Grev, toplu sözleşme ve örgütlenme hakları getirildi. İşçiler bu yönde kazanım elde ettiler. Artık sendikalar daha da aktif olarak çalışıyordu. Maden-İş’in genel başkanı Kemal Türkler’di. Ondan sonra tabii fabrikada, sanayide olduğu gibi Türkiye’de de büyük gelişme oldu. Sanayinin hız kazandığı yıllardı 60’lar ve devamı. Dolayısıyla burada büyük bir mücadele başladı, Türk-İş içerisinde. Bazı insanlar yeniliklerin yaşanması gerektiğini savunuyordu. Türk-İş’in ağırlıklı bir kısmı eski varlıklarını sürdürme anlayışıyla hareket etti. Bu durum çok büyük mücadelelere neden oldu Türk-İş içinde. İlerici demokrat sosyalist hatta komünist diyebileceğimiz nitelikte insanlar burada ağırlıklarını koyarak bir örgütlenme sistemi inşaa ettiler. DİSK’in kurulması dile getiriliyordu, ki başarılı da olundu. 1967’nin 13 Şubatında Kemal Türkler ile bir olup kongre yapma kararı aldılar. 13 Şubat’ta sendikanın kuruluşu resmi olarak ilan edildi.
1965’te TİP kuruldu. TİP’in kuruluşu sırasında ‘sosyalist’ sözcüğü kullanılmadı ama partinin içindeki herkes sosyalist, devrimci, ilerici, komünist insanlardı. TİP’in kurulması çok önemliydi çünkü TİP, legal olarak işçilerin içerisinde komünist hareketi ilerleten bir yapıydı. Bununla birlikte ideoloji de iş yerlerinde alabildiğine yayılmıştı. Bildiriler dağıtılıyordu. Evvela devrimci işçi hareketiyle, sonrasında da partiyle tanıştım o zamanlarda ben de. Tabii öğrenciler arasında tek bir birlik vardı; Türk Talebeleri Birliği. DİSK’in kuruluşundan sonra bu birlik dağıldı. Bundan sonra Dev-Genç, Dev-Yol, Dev-Sol oluştu. Zaten hepsi Dev-Gençten, daha doğrusu Türk Talebeleri Birliği’nin dağılmasıyla kendi arasında bir araya gelip Dev-Genç’i oluşturmadan sonra meydana geldi.
6. Filo geldi. Sınıf bilincinde olan kişiler olarak bizlere de çok şey düşüyordu. Türkiye Maden İş sendikasına… Bu sendika aslında komünist hareketin genel merkezi sayılır. Nasıl ki Sovyetler Birliği, Moskova dünyada komünist hareketin merkeziyse, Türkiye’de de merkez Maden-İş’ti. Bunu ister istemez işçi sınıfının örgütlenmesinden, çalışmalarından ekonomik güç kazanmalarından, grevlerinden, bildirilerinden, verdiği eğitimlerden anlayabiliriz. Maden-İş eğitime ağırlık verirdi. Mücadele alabildiğine güç kazanmıştı.
6 Filoda DİSK, TİP ve öğrencilerin bir arada olmasıyla 6.Filo geri püskürtüldü. Dolmabahçe’deydik, bunları denize döktük, ben de vardım içlerinde. Musa Okçuoğlu vardı, bu askerlerle yerli bizim kızılları gördü. Tabii Beyoğlu İstiklal caddesi bize yasak, ancak takım elbiseliler girebiliyordu. Barlar pavyonlar dopdolu…
Burada komünist hareketin ne kadar bilimsel olduğunu göstermek zorundaydık. TİP, burada DİSK ile örgütlenme yaptı, Dev-Genç de destekleriyle. Bir yürüyüş düzenlendi Dolmabahçe’den Taksim’e çıkmak üzere. Ben de Kasımpaşa’da oturuyordum. Yürüyüşe katılmak için Taksim’den Gümüşsuyu’ndan inmeye çalıştım. Polis yolu kesmiş inmek yasak. Geri dönerken orada Atatürk Kültür Merkezi inşaat halindeydi. Bir sürü çember sakallıyı oraya doldurmuşlar, elleri sopalı. Geri döndüm Gezi parkına geldim oradan aşağı inmek istiyorum. İçeride kamyonetler var, üzeri çadırla örtülmüş, atında yine sopalılar, çemberliler. Oradan indim Dolmabahçe’ye. Ben indim, yürüyenler de geliyorlar. Stadın üst tarafında onlarla birleştim, bahsettim yukarıda gördüğüm durumdan. Tabii ben biraz daha arka taraflara yetişmiştim. Ön taraf Taksim’e yaklaşmışken Park Otel’in oradan, o sırada bu sakallılara emir gelmiş; yukarıdan korteje saldırmaya başladılar. Kortej mecburen dağıldı, tabii kimsenin aklına gelmedi ki böyle bir şey, kimsenin aklına gelmez. Ama Erbakan ve ekibi o zaman Kabataş camiisinde üs kurmuşlar, talimatı oradan veriyorlar. İşte Kanlı Pazar dediğimiz o katliamda 2 işçi hayatını kaybetti, bir sürü yaralı…
Sonra TKP ile tanıştım. TKP’nin ilkeli ve varlıklı bir parti olduğunu anlamıştım. İlk kurulan komünist partisiydi Türkiye’de. Maden-İş’te de eğitim görüyorduk. Şimdi bir komünist olup doğruyu bulabilmek için manifestoyu okumak lazımdı, kim derse ki ‘ben komünistim ama manifestoyu okumadım’, ben onun komünist olduğu kabul etmem. Bu işin bilinci, direnişin abece’sidir… Okumadıysanız gidin alın okuyun. Okudunuz mu? Bir daha okuyun. Yoksa kulaktan dolma bilgilerle komünistim, sosyalistim demekle olmaz, inanmıştır kabul etmiştir ama manifesto ile başlar her şey, çok zengin içerikli bir kitaptır.
Denetimdeyiz, iş yerinde temsilci seçildik. Emperyalistler sendika yasalarını yürürlükten kaldırmak için gece gündüz çalışıyordu. DİSK de o zaman durmadı, Merter’deki Lastik İş sendikasının inşaatında sabahlara kadar nöbet tutuyorduk biz arkadaşlarla. Çünkü 15-16 Haziranla ilgili bütün kararlar orada alınıyor, temsilcilikler konuşuluyor bildiriler yayınlanıyor ertesi gün iş yerlerinde mahallelerde okutuluyor. Biz de halkı komünistler olarak önce evlerimizde sonra sokaklarda mahallelerimizde insanlar arasına girip anlatarak yayıyorduk düşüncemizi. Propagandalarımız ile sağ-sol gözetmeksizin halkın bütün kesimlerinin zarar göreceğini gösterdik. Sendikaları yok etmeye çalışıyorlardı. Sonra 13-14 Haziran’da bildiriler okundu. Müsait olan iş yerleri bahçesinde, müsait olmayanlar da iş yerlerinin fabrikalarının önünde molalarda 1’er saat öğle paydosunda, kimseyi rahatsız etmeden işçiler slogan atarak yürüyüş yapıyordu. Levent bölgesinde yapıldı bunlar. Şimdilerdeki AVM’nin önünde birleştik, büyük bir alan vardı orada. Levent’ten, İstinye’den, Cendere’den, Beşiktaş’tan, Şişli’den gelenler burada birleşti. Erkekler önde kadınlar arkadaydı. Sanayi mahallesi metro çıkışının orada bir dönüş vardı, geri dönerken kadınlar öne erkekler arkaya düştü. Bu bölgenin kortej sorumlusu bendim. Tam bu noktada askerler duruyordu. Asker üç el havaya ateş edip sağa sola ayrıldı. Sonra askerlerin arkasında duran polis saldırmaya başladı. Kadınlar önde, korkmuşlardı. Biz komite olarak öne atlayıp polisle çatıştık. Gelen bütün insanlar çoluk çocuk gelmişlerdi. Polisler, önde olan kadınlara ve çocuklara saldırdılar. Tabii bu durum bizi iyice çileden çıkarttı, biz de karşı saldırıya geçmiştik.
Burada örgütsüz iş yerleri de vardı, Eczacıbaşı ve Deva gibi. Bunların patronları işçilere iki gün önce ücretsiz izin veriyorlar eylemlere katılmasınlar diye. Ama fabrikalarımız yakın, iletişim kuruyoruz. O arkadaşlar da bizlere katılmışlardı çoluk çocuklarıyla.
Molozlar dökülmüştü onlar bizim işimize yaradı, polisle çatışırken. Yollar yürünmez hale gelmişti. Sonra dozerle gelip yolları temizlediler başka türlü mümkün değildi. İşte 15-16 Haziran böyle onurlu bir mücadeleydi.
Bizler Philips fabrikasının önünde durunca, askeri bloğu aşmak istedik; bir de binbaşı vardı arabanın üzerinde. Ben de fırladım cipinin üstüne, yapıştım yakasına binbaşının. Bunu yapan ilk kişi de benim. ‘Bizim arkadaşlarımız gitti. Ölüm pahasına da olsa sizi aşıp gideceğiz onları almaya.’ dedik. Yalvardı yakardı, ‘Gelin gidelim arkadaşlarınız varsa teminatı benim, alırız hepsini.’ dedi. Biz bindik 3 arkadaş onun cipine, 3 römork asker de bizi takip ediyor, gittik Zincirlikuyu’na, meydandı orası, köprü yoktu. Polisler Beşiktaş – Mecidiyeköy yönünün yolunu kesmişler fabrikalara giden taraf komple kapalı. Araştırdık, soruşturduk; ellerinde işçi yok, yakalanmamış kimse. Fabrikasına gidene kadar hiçbir işçiye dokunulmaması konusunda anlaştık.
Sonra fabrikalarımıza döndük ve döner dönmez sayım yaptık, ‘ölen var mı, alınan var mı’ diye; toplamda 1 saat kadar sürdü. Haliç’ten Karadeniz’e kadar tüm bölgede yapıldı bu. Trakya bölgesi deniyordu bu bölgeye.
Philips elektronik fabrikası tabii. Çıkardık beş on tane radyo. Gruplaştık, oturduk. Kemal Türkler saat 5 haberlerinde şunları söyledi:
“Değerli kardeşlerim, üretimden gelen güç kullanılarak eylemimiz amacına ulaşmıştır. Lütfen herkes işyerine dönsün.”
Hepimiz iş yerlerimize döndük ama işe başlamadık. Kemal Türkler’in ağzından ‘işe başlayın, işbaşı yapın’ gibi bir söz çıkmamıştı. İşverenlerle iş yerlerinde protokoller yaptık işe başlamak için. Mesela biz, hiçbir işçinin aleyhinde dava açılmayacak, şikayetçi olunmayacak, eyleme katılanlar bildirilmeyecek, çalışılmayan iki üç günün ücreti verilecek. Biz bir hafta işbaşı yapmadık, içeri girsek de çalışmadık. Makineler boş çalışıyordu. Çalışmadığımız bir haftanın ücretlerini almıştık. O esnada yaptığımız tespitten sonra 7’si ağır 36 kişinin yaralandığını anladık polis kurşunuyla. Hatta daha sonra Kağıthane bölgesinde bir işçinin ayağının kesildiğini öğrendik.
Bu durum TKP’nin her yerde oluşundan geliyordu. O zaman işçilerin %80’i gençti, öyle 50’li 60’lı yaşlarda pek kimse yoktu. Komünist mücadelenin bütün girişimleri doğru stratejilerle amacına ulaşıyordu; çünkü o güne kadar geçmişten aldığı güç ve deneyimlerle ilerlemişti ve işçi sınıfı çok büyük kazanımlar elde etti. Yasayı yeniden elde etmiştik.
Tabii insanlar şimdi komünist partiyi tanımıyorlar. Kemal Türkler işinizin başına dönün dediğinde aslında gidin, çalışın dememişti. Ama böyle söylediği iddia edildi bazı kişiler tarafından.
Kemal Türkler’in işinizin başına dönün demesinden şunu mu anlamalıyız: “Tekrardan iş yerlerinizde olmaya, çalışma alanlarınızı korumaya başlayın.” Çünkü fabrikalara grev kırıcılar gelebilirdi.
Varlardı ama cesaret edemiyorlardı.
Sizin yerinize başka işçi alıp fabrikanın çalışmasını da sağlayabilirlerdi…
Onu yapamazlardı; çünkü iş yerleri işçilerin kontrolündeydi.
Siz nöbetçiler bırakıyor muydunuz?
Tabii ki. Hep oradaydık. Gece gündüz her zaman oradaydık. Zaten o bölgedeki herkes eylemin içerisindeydi. Şişli, Beşiktaş, Boğaz… hepsi. Hepsi işçilerin denetimindeydi. İşçiler sanki birden, kısa bir sürede değil de 1917 Ekim Devriminden bilinçlenerek, bilenerek gelmiş gibilerdi.
Çatışmalar devam ediyordu. İlk gün bizim bölgede başlamıştı, işçilere yakın bir bölgeydi. İşçilerin çabuk toplanıp yürüyüşe geçmesi için uygun bir yerdi. Anında Topkapı tarafından duyuldu: Hedef Taksim’dir. Taksim’e gitmek için Topkapı yerine Levent seçildi; ama dönüşte köprüler açıktı, hem Unkapanı hem Galata Köprüsü. Karşı taraftan da duyuldu; onlar da Taksim yerine Levent bölgesine gelmeye çalıştılar aldığımız bilgi ve istihbarata göre. O zaman bütün deniz ulaşımı Marmara’ya çekildi en ufak bir kayığa kadar. Orada da ulaşımı kestiler. Tabii Sultanahmet, Topkapı tarafında çatışmalar oldu, kan döküldü. Hatta Kadıköy’de Anadolu’dan gelen otobüsler durdu, yolcular ve halk da yürüyüşe katıldı. Orada da kan döküldü. Dolayısıyla Taksim eylemi gerçekleşmedi.
Ve herkes olduğu bölgede; onurlu, ideolojik, sınıfsal bilinci çerçevesi içinde ve en önemlisi bir disiplin içerisinde, hayatları pahasına da olsa eylemi gerçekleştirdi. 2000’e yakın işçi kıyımı yapıldı. O gün yine bugünkü iktidarla aynı nitelikte Milli Cephe vardı; MHP, Milli Selamet Partisi, Adalet Partisi İttifakı vardı. Tabii hükümet bunların elindeydi. CHP’nin içerisinde gerçekten işçi dostu, yandaşları davardı. Onlar da parlementoda büyük mücadeleler verdi. Bizler de dışarıda bu mücadelelerin sonucunu aldığımızda başarıyı elde etmiştik.
Benim kişisel olarak 1969’dan beri Parti’yle tanışıklığım vardı. 1974’te yaklaşık on yıllık deneyimli bir komünistin referansıyla Parti’ye alındım. Bizim fabrikada benim kod adım Ali, diğer arkadaşın da Yılmaz’dı. Bunu üç kişiden başka kimse bilmezdi. Ne aile, ne başkası, ne diğer partili biri… Bilenlerden birisi Mehmet Ertürk’tü, referansımız olan, Metal-İş’in genel sekreteri… Bu vesileyle partili olduk.
Partinin içerisinde de öyle güllük gülistanlık bir alan bulmadık, iç kavgalar başlamıştı. Özellikle TİP’in Eminönü şubesinden 1968’de attığı 25 kişiden ötürü. Onlar atıldıktan sonra belirli sendikalara yerleştiler, partinin (TKP) içerisine girdiler. Ama Partiyi güçlendirmek yerine hizipçilik yarattılar, taraf oluşturdular. Yani aslında TKP’nin zarar görmesi 70’li yıllardan başlayarak gelmiştir 80’lere kadar.
Ama daha sonra şunu anladık: Sendikalar açılırken Maden-İş dışında hepsi açılmıştı. Ve Genel-İş’ten sonra biriken parası en çok olan sendika Maden-İş’ti. Çünkü 3 sene bizden aidat kesildi, en yüksek aidat Maden-İş’indi. Daha sonra ne yaptılar? Partiyi bitirdiler. Kendi kafalarına göre TBKP diye bir saçmalık ortaya attılar, o da tutmadı. Zaten ölü doğmuştu. Bunu aslında kendilerini kurtarmak için yaptılar, partiyi karalayanlar. Onlar TKP bir daha duyulmasın diye yaptılar bunu. Ama şu andaki Birleşik Metal İş gerçekten de Maden-İş’in yok olduğu yerden bu yana aynı görevi layıkıyla sürdürüyor, bu bizim için bir onur kaynağıdır.
Özellikle 50’lerden sonra ne kadar sol, sosyalist, devrimci hareket varsa karşısına almadan, içine katarak ilerledi, birlikte mücadele etmeye devam etti. Çünkü doğrusu budur: Bir komünist asla, farklı ideolojilere de sahip de olsa bir insanı karşısına almaz, insanın her zaman yanındadır. Direkt karşısındaki insanı değilse de o insanın kardeşi, belki bir arkadaşı partidedir, komünisttir. Dediğim gibi, sadece konuşarak, ahkam keserek komünist olunmaz. Manifesto okunmadan komünist olunmaz. Devrimci hareket her ihtiyaç duyduğunda Manifesto’ya başvurmalıdır.
Komünist hareket birkaç gün sonra 100. yaşını kutlayacak. Dünyanın hangi yerinde bir ideoloji 100. yılını kutladı daha önce? Ben bilmiyorum, belki vardır; ama ben duymadım daha önce.
Ama Türkiye Komünist Partisi 1920’den bugüne kadar geldi, sürüyor. Bundan 100 sene sonra biz yaşarsak yine kutlarız, ha yaşamazsak da bıraktığımız değerlerle, söyleşilerle gelecekte kutlayacak insanlar.
Peki bu Peygamber lakabının hikayesi nedir?
1975 senesinde Türk Philips İş 2600 kişi üyeyle greve girdi. Grevin sebebi 25 kuruştu. Önce provakatörler girdi aramıza. 3 gün yasadışı bir eylem yapıldı fabrikada. Kemal Türkler aynen şunları söyledi: ‘Bunlar fabrikaya girmeyene kadar ben gelmem.’ Bizim hazır kıtamız vardı. Komünist hareket olarak 125 kişi hazırlandık 125 sopayla. Fabrikada yüzlerce de sempatizanımız vardı. Bunlar fabrikaya girmeyenleri yere yatıracak diye söylentiler yayıldı. ‘Haydi fabrikaya!’ dedik. Fabrikaya girdikten sonra Kemal Türkler konuşma yaptı, yürütme kurulundaki diğer kişilerle beraber gelmişti. Alkışlarla davullar zurnalarla fabrikadan dışarı çıktık. Hava yine böyle güneşliydi, yağmurluydu biraz da, yağmur serinletmişti havayı. Fabrikanın bir bölümü tadilattaydı. O kadar şanslıydık ki tadilatın olduğu yerlerde keresteler vardı. Keresteleri çıkarttık, akşama kadar iki üç tane baraka yaptık, çadırlarımızı kurduk, pankartlarımızı açtık, ses sistemimizi kurduk. Philips olunca ses cihazı kolay oldu tabii. İnsanlar yaratıcıydı. Sonra orada benim özellikle diğer arkadaşlarla çok çalışmamdan, işçi sınıfıyla yaklaşımımdan, dürüstlüğümden ötürü bana bir sıfat takmaya çalıştılar. Önce Castro dediler, sakalım da uzundu o zaman, tabii bazıları ‘Fabrikada kaç kişi bilir ki Castro’yu?’ sonra birkaç kişi ‘Peygamber olsun. Peygamber gibi adam.’ deyince Peygamber oldu. Peygamber lakabı böyle işte.
Ha şimdi sorsalar, Allahtan seçilmiş bir peygamber değilim, bu sıfatı bana Allah vermedi, ben de dilemedim ondan. Bana bu sıfatı bizzat işçi sınıfı verdi. Eğer tanrı gerçekten varsa, bütün işçi sınıfı benim tanrımdır. Çünkü sorun onların sorunudur, çözümü onlar yaratırlar. Kendi kendime de koymadım ismi, insan kendi kendine ad takar mı? İşçi sınıfının kendi isteğiyle olmuştur, onlara karşı çıkmak da kimsenin haddine değildir.
Parti’nin 100. yaşına dair neler söylersiniz?
Çalışmalarınızı izliyorum. Hakikaten TKP’nin geçmişteki eksiklerini tamamlar noktada ve geliştirici ilerliyorsunuz. Eylemlerinizi de bildirilerinizi de takip ediyorum.
Şu anda hiçbir partinin üyesi değilim ama bir komünistim. 77 yaşındayım. Hiçbir eylemden geri kalmıyorum gücüm yettiğince. Korkmuyorum da. Bizim tek isteğimiz sizin gibi genç arkadaşların okuyup, araştırıp, insanlara aktararak, toplumu geliştirmesidir. Bizim en büyük aşımız budur.