"Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm"
Biz inanıyoruz ki –başka kurtuluşu da yok zaten- hayatı evlerine sığdıramayanlar, elinde yok, avucunda kalmayanlar, çalışmayınca ocağı tütmeyen, aşı pişmeyenler, salgının önüne yem gibi atılanlar, yüzü gülmeyenler, "ölen ölsün, kalanlar üretime devam etsin" diyenlere karşı, dünyamıza inen ölümü kabullenmeyecek, ölü yıldızlara hayatı götürecekler.
Halil Yeni
Yaşadığımız salgın günleri en çıplak haliyle gösterdi ki, iktidar ve patronlar için çarkların dönmesi emekçilerin sağlığından çok daha değerli. Onlar “Aynı gemideyiz” masalıyla, güvenli güvertelerinde dümeni sürmeye devam ederken, işçiler o geminin makine dairelerinde hayatlarını kaybetti.
“Evinde kal” çağrıları yapıp emekçileri savaşın erleri gibi ön saflarda fabrikalara göndermek, “Hayat eve sığar” kampanyaları düzenleyip sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde dahi özel izinler verip işçileri çalıştırmak, her ulusa seslenişte “zorunlu olmadıkça evden çıkmayın” diyerek zorunlu olmayan her sektörde üretimi devam ettirmek, bir maske dağıtımını bile iki ayda yapamayıp işçinin sağlığını patronların inisiyatifine bırakmak, emekçilerin salgına yakalanmasına sebep olmak değilse nedir?
Ağızda iki saat zor duracak maskeyi “İki gün kullanın” diyerek işçinin eline sıkıştıranlar, kendisini villasına kapatıp emekçinin sağlığı için tedbir almayanlar, fabrikasında pozitif vaka görüldüğü halde “Üretime devam edeceksiniz” emirleri yağdıranlar, bir çift eldiven talebi karşısında bile muhasebenin yolunu gösterip işten atmakla tehdit edenler ve 15 kişilik servise 25 kişi sığdırıp “Çalışanlar salgından ölürse bu iş kazası sayılmasın” diye meclis kulislerinde ağlayıp zırlayanlar, işçilerin ölümüne sebep olanlar değilse kimlerdir?
İşçiler neyin bedelini ödüyor?
Patronlar bu salgın sürecinde emekçilere neyin bedelini ödetti? Bir ay sırt ve bel ağrılarıyla çalışıp aldığı ücretle pazar poşetine bir salkım muzu bile gönül rahatlığıyla koyamadıkları, market, bakkal gezip, alabilmek için ihtiyacı olan ürünün en ucuzunu aradıkları, kendinden zaten geçmiş ama çocuklarının ihtiyaçlarını bile tam olarak karşılayamadıkları ücretlerin bedelini mi?
Sefalet ücretine karşılık, ölmenin bedelini mi ödedi işçiler? Eşlerini yârsız, çocuklarını annesiz yada babasız, ailelerini evlatsız bırakmanın bedelini mi? Ayın ortasında biten, çoğu zaten fatura ve kredi borçlarına giden maaşlarına karşılık işten eve hastalık taşımanın, yakınlarına virüs bulaştırıp onların ölümüne sebep olmanın ve yıllarca bunun acısıyla yaşamanın bedelini mi ödediler?
Ölümler sayısal verilerden ibaret değildir
Kemal Soytürk’ü düşünün, maden işçisiydi, Ali Kurtuluş metal işçisi. Deri firmasında çalışıyordu Mehmet Merç, Hakan Yaman ve Adnan Abasız Ülker’in fabrikalarında gıda işçisi. Tekstilde çalışıyordu Nurettin Çınar, evliydi, okul okuyan iki çocuğu vardı. İsmail Işık, emekli olmasına rağmen bir parça fazla ekmek için çelik fabrikasında çalışmak zorundaydı.
27 yaşındaydı Uğur Kartal, gençliğinin baharındaydı. Henüz 40 gün önce nişanlanmıştı sevdiğiyle. Yarınlara dair büyük umutları vardı. Çocuğu olduğunda belki de adına “Hayat” koyacaktı. Olmadı. Gaziantep’te çıkan yerel bir gazete ölüm haberini “4 kişiye virüs bulaştırdı sonra da öldü!” diye yazdı. Çukurun dibiydi yazdıkları. Oysa DİSK/Tekstil bölge temsilcisi o fabrikada işçilerin koronavirüse yakalandığını duyurduğu için gece yarısı gözaltına alınmış gazetenin kirli elleri bunun için hiçbir şey karalamamıştı.
Hyundai’nin boyahane bölümünde çalışıyordu 44 yaşındaki Akay Tüysüz. Evliydi. Üç çocuğu vardı. Geride gözü yaşlı bir eş, üç acılı çocuk kaldı. Kendisi gibi annesi de koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenler arasındaydı. Şişecam işçisiydi Mehmet Kürtül, ömrünü işçilerin birliğine, örgütlenmesine, alınterinin egemenliğine adamıştı. Salgına karşı kendisi ve arkadaşları adına en önde barikattaydı. Zorunlu olmayan tüm sektörlerde üretimin durmasını ve işlerin ücretli izine çıkarılmasını istiyordu. Emekçileri salgından korumaya çalışırken hastalığa yakalandı. Mehmet Kürtül’ün koronavirüs nedeniyle ölümü sevdiklerinin yüreğinde derin yaralar açtı.
Nazım Hikmet’in verdiği hayat ödevi
İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi, koronavirüs salgınıyla ilgili ikinci raporunu geçtiğimiz hafta yayınladı. İşyerlerinin “can pazarına” dönüştürüldüğüne dikkat çekilen raporda, 11 Mart ile 10 Mayıs arasında en az 128 işçinin salgın nedeniyle yaşamını yitirdiğini açıkladı.
Ne kadar da haklıydı sınıfın şairi Nazım. “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz / Ya dünyamıza inecek ölüm*” derken. Biz inanıyoruz ki –başka kurtuluşu da yok zaten- hayatı evlerine sığdıramayanlar, elinde yok, avucunda kalmayanlar, çalışmayınca ocağı tütmeyen, aşı pişmeyenler, salgının önüne yem gibi atılanlar, yüzü gülmeyenler, “ölen ölsün, kalanlar üretime devam etsin” diyenlere karşı, dünyamıza inen ölümü kabullenmeyecek, ölü yıldızlara hayatı götürecekler.
*Stronsium 90
Acayipleşti havalar, / bir güneş, bir yağmur, bir kar. / Atom bombası denemelerinden diyorlar. / Stronsium 90 yağıyormuş / ota, süte, ete / umuda, hürriyete / kapısını çaldığımız büyük hasrete. / Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. / Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, / Ya dünyamıza inecek ölüm. Nazım Hikmet
Haber fotoğrafı: TÜSTAV arşiv