Kapitalizm: Demokrasi oyunu

Vah halkıma, nasıl bilmez ki, tüm oyunu bilenler ve kendi yönlerinde oynayanlar halkları oyalayarak zaman kazanmaya ve ceplerini doldurmaya koşullanmışlardır. Hata bu oyunlar, ileri yıllar hedefleri gösterilerek sahtece oynanmaktadır.

Siyaset biliminin ilk sayfalarında demokrasi tanımı yapılırken, Atina medeniyetinden kalmış demos ve kratos sözcüklerinden türetildiği eblehlere anlatırcasına açıklanır. Oysa günümüz toplumunda ne demos var ne de demos kaynaklı kratos gündemde. Kratos gündemde de demos kaynaklı olmayarak!

Aynı hatayı liberalizmde de yapmaktayız. Menşei onyedinci yüzyılın ikinci yarısında yaşamış John Locke’un, sermayenin günümüzdeki devasa boyutlarını bir tarafa bırakalım en ilkel hali ile dahi ortada olmadığı bir dönemdeki görüşüne dayandırılan liberalizm görüşü, sanki koşullar aynı imişçesine bugün de pişirilerek bir de önüne neo (yeni) eki koyularak tezgaha sürülmektedir. Oysa bugün ne demokrasi var ne de liberalizm. Bu iki görüş ya da anlatım da çok eskilerde kaldı, ancak ne hikmetse ve kimin yararına ise her iki kavram da günümüzde kullanılmakta, bu uğurda tartışmalar yapılmakta, hatta kavgalar verilmektedir. Vah halkıma, nasıl bilmez ki, tüm oyunu bilenler ve kendi yönlerinde oynayanlar halkları oyalayarak zaman kazanmaya ve ceplerini doldurmaya koşullanmışlardır. Hata bu oyunlar, ileri yıllar hedefleri gösterilerek sahtece oynanmaktadır.

Theodor W. Adorno geçen yıl sağ politikalarla ilgili ilginç bir risale yayınladı. Bu risalede Adorno Avrupa’da sağın yükselişini incelerken, Hitler döneminden başlayarak, bir yandan sanayi yapısındaki değişimi diğer yandan da kırsal kentsel nüfus hareketlerini dikkate alarak sağ fanatizmin nasıl yükseldiğini anlatmaktadır. Böylesi kıpırdanışların dikkatle izlenmesi gerektiğini vurgulayan Adorno, toplumlarda ilk anlarda ortaya çıkan az sayıda fanatiklerin yaşanan ekonomik çöküşlerle toplumu koyu faşizme sürükleyebileceğinin ihmal edilmemesi gerektiğinin altını çizmektedir. Faşist yükselişlerde genç neslin önemli ivme sağladığını, özellikle de geleceğe ait beklentilerinin sönen genç nüfusun faşizmin güçlü yakıtı olma işlevi gördüklerini Hitler örneğine dayanarak anlatmaktadır. Umalım tarih tekerrür etmez!

Başka bir sosyalist düşünür de Andre Gorz’dur. Gorz 1973 yılında yayınlamış olduğu Sosyalizm ve İhtilal başlıklı eserinin bir yerinde temsili demokrasi sisteminin kapitalist rejimlerde nasıl bir oyun olduğunu anlatırken, halka hizmet görüntüsü altında kapitalist siyasetin güçlü sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya nasıl hizmet ettiğini açıklar. Bu fasıl şu ilginç cümle ile başlamaktadır: “Tüm ileri sanayi ülkelerde temsili demokrasi sistemi derin bir kriz içindedir.” İlgili paragrafta Gorz, faşizmin adım adım yol almasına dikkat etmeyen toplumun, ana sorunu bırakıp adeta faşizm yanlılarını sevindirircesine detayla uğraştığı ortaya koymaktadır. Örneğin, bütçeyi parlamentonun değil de sarayın yapmasını şiddetle eleştiriyoruz. Bu eleştiri, “bütçe hakkı” kavramı bağlamında doğrudur, ancak sömürüye dayalı kapitalist sistemde parlamenton teşkilinin ne derece halkın iradesini temsil ettiği fevkalde kuşkuludur, hatta kuşkulu dahi değil, Gorz’a göre kapitalist sistemlerde böyle bir iradeden söz dahi edilemez. Yine Gorz’a göre, kapitalist parlamentoların halkın iradesini temsil yetkisizliği salt bizler gibi gelişmekte olan ülkelerde değil, ileri sanayi ülkelerinde de çok açıktır.

Savaşta ölen askerler şehit olarak anılır, çünkü tüm malvarlığımızı, karnımızı doyurduğumuz toprağımızı ve şeref ve namusumuzu korumaktadır. Peki, kapitalizmin bizi mülkiyet hakkı konusunda nasıl fetişleştirdiği konusunu pandemi adeta bir doğa öğretisi olarak harika bir şekilde bize hala öğretemedi mi? Şöyle bir deney yapalım. Diyelim ki, pandemi hepimizi öldürecek. Bu durumda ne beslenmemiz için toprağa ihtiyacımız kalacak, ne de korumamız gereken şeref ve namusumuz olacak. Peki, pandemi bize böylesi zarar verme potansiyelini haiz ise, bu düşmanla savaşanlar da savaş meydanında şehit olan askerler kadar ulusa ya da insanlığa hizmet etmiyorlar mı? Bu sorunun yanıtı hayır olur mu? Tabii ki, olamaz. Fakat oluyor, çünkü varsıl kesim bir şekilde, ister kaçak Alman aşısına ulaşarak, ister evde çalışarak ya da sair yollardan kendisini koruyabilmekte, hatta kendisi evden yönetse de, ölüm pahasına fabrikası çalışmakta, kasası dolmaktadır. Kısacası, salgınla mücadele varsıl için yoksul kadar elzem değildir ya da ikinci derecededir. Oysa savaş öyle mi, savaş esnasında belki karaborsada servet de yapılabilir, fakat düşman işgali bütün işleri bozabilir de. O nedenle, ulus devlet olgusunun tarih sahnesine çıkışından beri sermayenin kendisi ve aile fertleri müdahil olmadan savaşlara bakışı ve halkı bu yolda koşullandırması hep kendi yönünde olmuştur.

Gerekli koşullarda sermaye kesimi savaşları desteklemişlerdir de! Unutmayalım ki, Hitler’in yükselişi ve saldırganlığı bugün yeraltından yeryüzüne çıkmak için kullandığımız yürüyen merdivenleri yapan büyük firmalar ve Krupps vb gibi büyük sermaye kuruluşlarınca finanse edilmiş ve desteklenmiştir. Bu arada İsveç sanayi devlerinin de dünyayı kana boyayan çılgınlığın finansmanı ve desteklenmesindeki rolü ihmal edilmemelidir. Bunda da hiçbir yanlışlık yoktur, çünkü tüm süreç kapitalizm alfabesine uygundur, yani sömürü, kan, gözyaşı karşısında sağlanan milyar kazançlar. Askerler ve doktorların durumu böyle bir garip manzara arz ediyor! Bu soruya bir de şu boyutu katarsak acaba durum nasıl bir görüntü kazanır! Emperyalizm ana vatanımızda ormanlarımızı söküp, altındaki altın vs madeni, üç beş kuruş ülkeye bırakarak, alıp götürme faaliyetinde, halkın yerinde müdahalesine karşı yabancı şirket faaliyet ve elemanlarını koruyan ülkemiz kolluk kuvvetlerinin durumu engellemeye gelen halkla yaşanan bir çatışmada bir asker ve bir sivil ölse, hangi ölü nasıl bir muameleye tabi olur acaba? İşte kapitalizm sömürüyü ve insan hakkını böylesi perdeleyerek, kendi istediği yönde halklara yutturmakta ve bu lokmanın savunmasına da siyasi erki hizmetkar kılmaktadır.

Doktorlar büyük bir insanlık örneği vererek pandemi ile mücadele eden meslek arkadaşlarının geride kalan aileleri için destekleme kampanyası yaptıklarını bildirdiler. Ne de olsa, doktorlar camiası devletten daha büyüktür!  Bu konuda devlet kıpırdar mı? Soru yanlış; soru şöyle olmalı: Böylesi konularda sermaye sahipleri kıpırdar mı? Yanıt, kocaman bir “hayır”dır. Çünkü doktorlar zaten meslek yemini etmiş olup, bir de hastalık veya ölüm dışı sebeplerle ayrılmak yasağı varken, aksi halde sermayeye risk oluşturabilecek bir talep olmadıkça ne diye sermaye bu işe soyunsun da, küfelerle sağladığı kârından bu işe pay ayırsın ki!

Konuyu Gorz ile yürütürsek, şu ifadesini yazıya almadan edemeyiz: Modern otoriter rejimlerin birinci işlevi politika yapım sürecinin ülkenin ileri gelen ekonomi kesimiyle yakın ilgili olan oligarşi ile sınırlandırmaktır. Kapitalizmde diktatörlük oluşur mu, oluşturulur mu! İkinci olarak da, ana politikaları belirleyen merkezi doku etrafındaki siyasi partiler, emekçi kuruluşları, parlamento ve sair politik ya da yönetsel örgütler uygulama etrafında şekillenirler. Sonuçta siyasi partiler tedricen gerileyerek, halkın taleplerini yansıtmada yetersiz kalır ya da yükselen karşılama gücünü kaybeder. Faşizmin yükselişi böyle bir şeydir. Yeter ki kurbağa sıcağa alışmasın, hatta soğuk havadan ılık suya girdiğinde sıcaklık hoşuna gidiyor olmasın! Kurbağa; “yetmez, ama evet” aymazlarının soyundukları rolün kutsallığı!

Evet, kapitalist sistemlerde demokrasi bir aldatmacadır, her siyasinin kendi mezhebine göre tanımlayabileceği bir vasıtadır. Neyin vasıtasıdır, bu vasıta siyasiyi kimin adına, nereye taşır! Kapitalizmden kolektivizme geçiş bir süreç meselesi olmakla beraber, sürecin hızlandırılmasında ya da yavaşlatılmasında toplumların akademi camiasının ve/veya aydınların büyük rolü vardır. Fakat burada da Marks-Althusser üst-yapı modeli devreye girmektedir. Eğitim sürecini bir tür meta üretimi olarak düşünürsek, süreç içinde metaya dönüşen birey –beşeri sermaye- potansiyel değişim değerine göre eğitim alanını seçer ve enerjisini ona göre verir. Geleceğe ait umutları karartılmış bir nesil, bırakın cahilliği bir yana, düzgün ve felsefi içerikli eğitime aday olamayacağı gibi, şeklen sisteme dâhil olsa da gerekli toplumsal sonucun oluşturmasında fazla bir katkısı olamaz. Kapitalizmin kazandığını tasavvur ettiği anda bizzat yıkılışının temellerini attığı yer tam da burasıdır. Zira çorak bir toplumda eğitilmiş vahalar fazla ürün veremeyeceği gibi, yozlaşan toplumda sermayenin beka sorunu devreye girer. Bilinç altında Marks’la çatışmalı Keynes, “uzun dönemde hepimiz ölüyüz” derken acaba salt insanı mı kastetmiş olabilir!