Tülin Tankut
Artık toplumsal yaşama dair tüm değerlendirmelerimizi pandemiye göre yapar olduk. Edebiyat okurlarının da pandemi öncesinde kitap seçerken bilinçli bir yöneliş içinde olduğu söylenemez. Ortalama okur, kitap seçimini kendisinin yaptığını sanıyor; oysa görünür olanların, reklamlarla dayatılanların içinden seçiyordu kitabı. Hoş, şimdi de değişen bir şey yok. Başvuru kaynağı yalnızca kitap tanıtım yazıları; onların da çoğu reklam kokuyor. Yol gösterici olabilecek bağımsız akademik çalışmalar okura uzak kalıyor. Bu durumda okurun edebi ve estetiksel algısı körelmez mi? Kitaplar arasında nasıl ayrım yapabilir?
Aslında iyi bir okur olmak istiyorsak öncelikle okumaya zaman ayırmamız gerekir. Sözgelimi, “Dünya Klasikleri”, okumakla tükenmeyen, eskimeyen kitaplardır. Meraklı okur, bu kitaplardaki kodları çözmek ister. Bu yüzden nitelikli kitap, okurdan belli bir düzeyde kültürel donanım bekler. Bu eksikse, okur- kitap buluşması tam olarak gerçekleşmez.
Ancak çağımıza özgü, edebiyata da yansıyan bilgi kirliliği yanlış bilgilere kolayca inanmamıza neden oluyor. Kavramlar da içi boşaltılmış, “anlamlarından koparılmış olarak” kullanılıyor. Dolayısıyla yaşamın her alanında gerçekleri öğrenmemiz için çaba harcamamız kaçınılmaz; bunu, her şeyden önce kendimiz için yapmalıyız; çünkü doğru bilgiler, yaşamımıza yön verecek kadar uyarıcı olabilir. Bu bilgileri edebiyat yapıtı da içerir. İktidar yanlısı bir yazarın yapıtında da, iktidara karşı öğeler bulunabilir. Fransız romancı ve oyun yazarı, kralcı Balzac (1799 – 1850); buna en iyi örnektir. Bu nedenle sol literatürde adı sık sık geçer. Marx’ın da, gerçekçi bir yazar olduğu için onu değerli bulduğu söylenir.
Edebiyat estetik haz verirken, okurun kişiliğine, duygu ve düşünceleri üzerine çok yönlü bir bakış kazandırır. Ama edebiyata duyulan ilgi bilgilenme için değildir: Bilgi; bilim, felsefe, teknoloji v.b. edebiyat dışı kaynaklardan edinilir. Burada, yanlış bilginin kitabın edebi değerini de düşüreceği kast edilmektedir.
Yine herkesin bildiği gibi, “dil düşünceyi, düşünce dili geliştirir”. Ama kitap okumadan bu gerçekleşmez. Argo, küfürlü konuşma, sanal kimlik, emojiler dilin gelişmesine engel oluşturuyor. Ülkemizde en çok kullanılan sosyal medya ağlarında ünlülerimiz ve siyasilerimiz de paylaşımda bulunurlarken kötü örnek oluyorlar. Cümle yapısı bozukluğu, dilbilgisi kuralına uymama, sözel şiddet… sosyal medyanın en azından etik kuralları olmalı ve kullanıcı buna riayet etmelidir. (Kuşkusuz bunlar, küresel ölçekte, işbirliğiyle çözülebilecek sorunlar.)
Edebiyat yayınlarının çeşitlenmesine de temkinli yaklaşmak gerekiyor. Yayın çeşitliliğinden ne anlıyoruz? Toplumsal yaşamdaki ayrışma, edebiyata da yansımadı mı? 90’lı yıllarda İslamcı kimliğin yaygınlaşmasıyla bu kesimin yayınevi sayısında hatırı sayılır bir artış oldu; yayınlar, kendini okur kitlesini oluşturdu; neyse ki propaganda amaçlı kitapların yanı sıra, genel geçer edebiyat anlayışına uymayan, nitelikli kitaplar da yayınlandı. Kültür yayıncılığı daha çok çeviri kitaplara yöneldi. Batı modasına ayak uyduran kitaplarsa çok satarlar listesinin başında yer alıyordu.
Gelelim, neoliberal küreselleşmeden öncesine ; kapitalizm, sınıf mücadelesi ortamını yarattığı için karşıt sınıflar dünya görüşlerini, kendi kültürlerini geliştirme olanağı bulabiliyorlardı.
Türkiye’de 1961 Anayasa’sının kabulünden sonra, 1965‘te TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) parlamentoya 15 milletvekili sokması, siyasi mücadelenin yanı sıra Marksist kültürün toplu kültür –sanat etkinlikleriyle de yaygınlaşması ; işçi ve emekçi sınıfları, ittifakta oldukları diğer ezilenlerle birlikte güçlü kılıyordu. Toplumcu dünya görüşü, üniversiteler , meslek odaları, (tabii sendikalar) v.b. geniş kitlelerce sahipleniyor; şiir geceleri, anma geceleri, konserler, toplu olarak tiyatroya gitme, kültür –sanat- sinema panelleri gibi, kitle desteği alan etkinlikler büyük ilgi görüyordu.
1980’e kadar süren bu ortamda edebiyatımızın da en verimli dönemlerinden birini yaşadığını söyleyebiliriz. Yalnızca, işçi ve emekçilerin değil; köylü, kırsaldan kente göç eden, eğitim, çocuk, kadın ve Almanya’ya göç gibi sorunları yaşayanların sesi de yansıyordu edebiyata. Burada bir parantez açalım: Kuşkusuz toplumun her kesimi aynı dili kullanmaz. Dilde de sınıfsallık söz konusudur. Dolayısıyla “sınıfların edebiyat yapma biçimi de örtüşmez.” “İşçi sınıfı edebiyatı” türünden kavramsallaştırmalar bu nedenle yapılmıştır. Aynı şekilde kadın yazarlar da artık ezilen cins olarak yaşadıkları sorunları “kadın bakış açısıyla” edebiyata taşıyorlar.
Sözü edilen dönemde etkin okumaya değer veriliyor; edebiyatın okurun ruhunu beslediği kadar, yaşamına yön verecek kadar güçlü olabileceği düşüncesiyle, sömürü ve baskıya karşı edebiyat alanında muhalefet söyleminin oluşturulmasına çalışılıyordu. Bunun için de edebiyatın bileşenleri olan yapıt, eleştiri ve okur üçlüsü gözetilerek gazetelerin kültür sanat sayfalarında, edebiyat dergilerinde, panellerde, üniversite ortamında, sürekliliği olan etkinlikler düzenleniyordu.
Edebi bir yapıtta dil, üslup, kurgu v.b. edebi öğelerin değerlendirilmesinde, insanlığın tarihsel birikimi önemlidir, okurun yapıt için iyi ya da kötü yönünde bir konsensusa varabilmesine bu da yardımcı olur. Sözgelimi Nazım’ın dizeleri, bir öğrencininkinden başka türlü nasıl ayırt edilebilirdi?
Etkin okuma için edebiyatın okur üzerinde farkında olmadan gerçekleştirdiği eğitici işlevini kavramaksa eleştiriyi gerektirir. Eleştiri, adı üstünde, verili olanı sorgulama edimidir, bu yönüyle de dönüştürücüdür. İktidar ilişkilerini sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite, din- mezhep v.b bağlamında eleştirerek ayrımcılığı ortaya çıkarmak tıpkı üslup, dil, kurgu gibi edebi bir ölçüttür. (Aslında bu ikisi bir bütündür.) Gerçek yaşamda da kişinin imgeleminin özgürleşmesi, gerçekliğe eleştirel bakabilmesine bağlıdır. Diyelim, bir romanda karakter, gerçeklikten kopmamalıdır, ama sanatsal gerçekliğin bir özelliği olarak , aynı zamanda da edebi bir imge olduğunu hissettirmelidir.
Öte yandan edebiyat eleştirisinin hem okurun hem de yazarın edebiyat anlayışını geliştirdiği bilinir. Eleştiri olmazsa yazar gelişigüzel yazabilir. Okursa, yapıtta kendisinin fark edemediklerini eleştiri yazısı yardımıyla öğrenir; örneğin mitoloji , teknoloji v.b. konular hakkında bilgilenir; böylece okuma edimi zenginleşmiş olur.
1960- 1980 arası, art arda gelen askeri darbelerin getirdiği kısıtlamalara karşın edebiyat ortamı aydınlardan, okurlardan aldığı güçle buna dayandı. 80 sonrası, Türkiye küresel ekonomiye entegre olma sürecine girdiğinde, dünyada esen küresel rüzgarların etkisiyle sanat/ edebiyat dünyası da bir malın uyacağı yasalara uymak zorunda bırakılıyordu. ( tanıtım, pazarlama) Sanat yapmak artık parasız olmuyordu. İşin içine para girince risk almak gerekiyor, sanatçı görece bağımsızlığını korumakta zorlanıyordu. “Sanat, edebiyat serbest piyasaya bırakılamaz” diye direnen yazarlar ve yayınevleri için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Sansürse, toplumsal sorunlara odaklanan kitapların okurla buluşmasına engeldi; ekonomik engeller yetmiyormuş gibi.
1990’lara gelindiğinde yaşamın her alanına yayılmakta olan neoliberal kapitalizmin yarattığı postmodernizm/ liberalizm dalgası, yapısı gereği apolitikti. (“Anything goes”, her şey mübah !) Kitleselliğe sahip olan marksizm ve feminizm, hedef tahtası yapılmış, unutturulmaya çalışılıyordu. Edebiyat dışı bilgi edinme kaynakları da bundan payını alıyor; metafizik, irrasyonellik (akıldışıcılık) hortlatılırken relativizim (görececilik) ilkesizliğe varan esneklikte kullanılıyordu. Az okuma sonucu olarak; bilgi kirliliği, yanlış bilgilere kolayca inanmaya yol açıyordu.
Postmodern anlayış, var olan edebiyat eleştirisini, iktidar söylemi olarak ilan etmişti ve meşruluğunu reddederek gereksiz kılıyordu. Sanat ve edebiyat tarihi içinde marksist, feminist, psikanalitik v.b. çeşitli eleştiri yöntemlerinin katkılarıyla toplumsal beğeni normları oluşturulmuştu, bunlar çöpe atılabilir miydi? Demek ki, artık her vesileyle tanık olduğumuz gibi, bir kitabın niteliğine de medya karar verecekti!
Postmodern edebiyatta gerçekliği araştırmaya yönelik bir yaklaşım yoktu; rastgelelik kabul görüyordu. Biçim arayışları, “aşırı deneysellik” ağırlıktaydı. Farklı bir kitap beklentisi içindeki okuru hoşnut etmeye yönelik, özellikle popüler kitaplarda üslup, tarihsel mekan, bulmacamsı merak öğeleri , birazcık çevrecilik, bol aşk ve postmodern özgürlük anlayışı egemendi. Amaç okurun oyalanmasını sağlamaktı. Nitekim kişisel gelişim, polisiye, bilim- kurgu, yapay zeka v.b. kitaplara olan ilgi artıyordu. Postmodern edebiyatın seslendiği okur kitlesi, hiçbir muhalif grup, parti ,örgüt ve ideolojiye bağlı olmayan, iyi tüketicilerdi.
Edebiyat bu haliyle eğitici işlevini yerine getirebilir miydi?
Postmodernizme yönelik eleştiriler gecikmedi. Marksist edebiyat kuramı üzerine çalışan Terry Eagleton (1) şu saptamayı – mealen- yapmıştı: Modernizm, kültürün ticarete indirgenmesine karşıydı. Postmodernizm ile birlikte kültürel üretim, genel üretime ve ticarete entegre oldu. Konumuz açısından önemli bir saptamadır bu: Edebiyatın bileşenlerinden eleştiri ve okur iradesini yok sayan postmodern anlayış yüzünden edebi yapıtların reklamları bilboardlarda yer aldı; marketlerde, AVM’lerde satışa sunuldu!
Ancak yazar için kendisine dayatılan toplumsal düzene sığmayan kişidir, denir. Üretime değil, tüketime; insanların isteklerini çarpıtıp yerine sahtelerini koyan, ihtiyaçlara değil, hazlara ayrıcalık tanıyan Postmodern anlayışa boyun eğmeyen yazarlar, şairler direndiler. Aralarından kalıcı yapıtlar üretenler çıktı. Bunun ödülünü de yazarıyla okuruyla edebiyat dünyası kazandı. Beklenenin tersine, şiirde büyük bir verimlilik görüldü. Cemal Süreya, “Söz var olduğu sürece şiir de var olacaktır. Şiir yok olmaz, dönüşür.” der. “Yeni hayat değerleri, yeni şiir değerleri yaratmalıdır” sözü de onundur. Özellikle de kendi seslerini bulmaya çalışan kadın şairler ezilmişliklerini şiire dönüştürüyorlar. Okura yol gösterici nitelikteki edebiyat kuramları da yok olmaz; yeni yapıtlar üretildikçe kendilerini yenilemeyi sürdürürler.
Demek ki, sömürü ve baskıya karşı yüzyıllardır sürdürülen mücadeleler sırasında oluşmuş edebiyat ve kültür birikimi yok edilemiyor; genç kuşaklar, insanlığın gelişiminde etkili olan bu büyük mirasa sahip çıkıyor ve ondan yararlanıyorlar. Tabii, okurlardan da destek görüyorlar.
Kuşkusuz ülke gerçekleri göz ardı edilemez. Düşük gelirli öğrenci, işçi ve çalışan kesimin geçim derdinden okumaya heves duyması, zaman ayırması kolay değil. Ancak var olan olanakları da küçümsememeli, değerlendirmeli; kitap sağlama konusunda yine ilerici güçlerle dayanışmaya güvenmeli.
DİPNOT:
(1) İrlanda asıllı İngiliz akademisyen, yazar. Çağdaş bir düşün insanı. Kitapları Türkçeye de çevrildi.
Bu haber en son değiştirildi 18 Ağustos 2022 16:46 16:46
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…