KESK'te neler oluyor?
27-02-2021 08:49Asıl indirgemecilik de budur; çünkü sınıfsallık ekonomiye eşitlenerek dışlanırken, devlet ise demokrasiye indirgenerek sınıf bağlamından koparılıyor. Böylece neredeyse sınıfsal olmayan ama politik malzeme olabilecek her şey kutsanıyor.
Özgür Karadaş
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nda (KESK) yaşanan son tartışmalar ve gelişmeler memleketin vaziyetinden bağımsız düşünülemez elbette. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında yaratılan siyasal iklim, OHAL koşulları, KHK’lar, referandum, seçimler, kayyum atamaları vb. gelişmeler, kimi siyasal bloklaşmaları meydana getirdi. O halde KESK içindeki tartışmaları bu gelişmelerle birlikte değerlendirebiliriz.
OHAL, KHK’lar ve KESK
15 Temmuz’un hemen ardından on binlerce kamu emekçisi hiçbir gerekçe gösterilmeden çıkarılan KHK’lar ile işlerinden atıldı. Atılan kamu çalışanları işten atılmakla kalmadı. Emekçilerin çalışma lisansları iptal edildi, SGK 36 nolu KHK işten çıkış koduyla emekçileri fişledi, mahkemeye itirazlar engellendi. Birçok insan intihar etti.
Mesele şu ki sorun hala devam ediyor; beşinci yılında KHK’nın etkileri yakıcı olarak sürüyor. İşinden atılan emekçilerin yüzde 90’ının işe dönüş başvurusu reddedildi. Kısacası KHK’lar insanların çalışma haklarını ve temel yurttaşlık haklarını ellerinden alarak onların yaşam alanlarını daraltmış oldu.
Bu süreçte öncelikle, genel olarak kamu emekçi hareketi büyük yara aldı. Sarı sendikacılık ve yandaş sendikacılık güçlenirken muhalif-kitle sendikacılığı iyice paralize edildi.
Peki KESK ve bağlı sendikalarda bu olumsuz sürecin yansıması nasıl oldu? KESK işten atmalara karşı nasıl bir tutum aldı? Öncelikle belirtelim ki KESK, yaklaşık 5 bin üyesi ihraç olmasına rağmen hiçbir şekilde bir bütünlüklü mücadele programı belirlemedi ve süreci izledi. İşten atılan emekçiler salt hukuki başvurulara yönlendirildi. Birkaç il merkezinde “İşimizi Geri İstiyoruz” eylemleri tabandaki ısrardan ortaya çıktı, hatta bazı illerde görmezden gelinerek başsız ve örgütsüz bırakıldı.
Ankara’da KHK’lara karşı başlayan açlık grevleri ülkede ve dünyada belli bir toplumsallık yaratsa da zamanla etkisini yitirdi. KESK’ in bıraktığı boşluklar yüzünden ihraçlar sürekli arttı, oysa önü alınabilirdi!
Bir sendika, üyelerinin iş yaşamındaki haklarını korumak durumunda değil midir? İşten atılan üyeleri için direnme, grev vb. meşru-fiili mücadeleyi örgütleme görevi yok mudur? Bu sorular KESK’in üzerine yapışmış durumdadır.
Başka bir soruyla devam edelim: KESK, üyelerini neden örgütsüz bıraktı? Birkaç KESK yöneticisinin kötü insan olmasından mı kaynaklanıyor? Elbette hayır. En azından bu sorunun cevabı bireysellikler olamaz. Problem, örgüt-sınıf ilişkisinde ortaya çıkıyor. Başka bir ifadeyle sorun, örgüt yani KESK ile kamu emekçileri arasında oluşan açıdır.
Haklarımız örgütün gündeminden düşmüş durumda! Unutulmamalı ki sendikalar bu haklar üzerinden doğar ve üye yapar. KESK’in kuruluşunda da bu gerçeklik vardır!
O halde kendi kitlesinden ve haklardan uzaklaşan KESK’in bahsedilen tutumları, birdenbire OHAL sürecinde mi ortaya çıktı? Tabi ki hayır. KESK’te cisimleşen sorunlar, örgütün belli başlı önemli “politik uğraklar”da aldığı tutumlarda gelişti. Öyle ki bu tutumlar KESK’i dönüştürdü, onun sınıf ile olan bağlarını kopardı ve örgütlü gücünü zayıflattı. Dahası, KESK’in kamuda örgütlenme reflekslerini yok etti! Sadece KHK’lar gündemi değil, sendika üye sayısındaki erime, istifalar, talepler vb. başlıklarda örgütlenme refleksinin ortadan kalkmasının izlerini görebiliriz.
Kamudan ihraçlar süreci, sınıf içerisinde örgütlenme refleksleri körelmiş bir KESK’i esir almıştır! Yani KESK yönünü kaybetmişken… Tersinden değerlendirmeler ve analizler doğru değil. Peki nasıl? Bu sorunun cevabı yukarıda bahsedilen “politik uğraklar”da açık-seçik durmaktadır. Bu bağlamda AKP’nin herkese mavi boncuk dağıttığı “özgürlük” yıllarında KESK’ i de boş geçmemesi hatırlanmalıdır! Sivilleşme, askeri vesayetten kurtulma, demokratikleşme, özelleştirmeler derken ülke, faşizan politikaların çukuruna düştü. İşte KESK bu politik uğraklarda deyim yerindeyse meze yapılmıştır! Elbette bunun sonuçları olacaktı. KHK’lara direnemeyen/direnmeyen KESK 15 Temmuz sonrası faşist, gerici çizgiye boyun eğdi.
KESK’in sorunu ne?
Baştan söyleyelim: KESK siyasal anlamda burjuva muhalefetin yörüngesine girmiştir! Özellikle 15 Temmuz’un ardından 2017 Referandumu, 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleriyle birlikte ortaya çıkan siyasi bloklaşmalar burjuva siyaseti adeta ikiye bölmüştü. KESK emekçilere rağmen bunlardan muhalif olanın ağzına bakmaya mahkum edilmiştir.
İşsizlik, yoksullaşma, pandemi koşullarının ağırlaştığı günlerde emekçiler birçok yeni sorunla karşılaşırken ve sendikal çözümler gerekirken burjuva muhalefete yedeklenmek emekçi sınıfın sorunlarını büyütmekten başka bir anlama gelmemektedir.
Örneğin KHK ihraçlarının hemen ardından yapılan sendika seçimlerinde KESK ve bağlı sendikaların yönetim kurullarına ve başkanlıklarına getirilen ihraç edilen üyelere rağmen KHK’lı sendika üyesi ihraçların hiçbir sorunu gündem yapılmamaktadır.
KESK bu süreçte yeni sendikal mevziler kazanması gerekirken, kitlesel olan ama sınıfsal olmayan taleplerin peşinden sürüklenmiştir. Umudu AKP karşıtı blokta görmeye devam etmektedir.
Diğer bir problem de KESK bildirgelerindeki barış ve demokrasi taleplerinin sınıf temeline dayanmamasıdır. Genellikle bu talepler çeşitli kimlikler temelinde ele alınmaktadır. Oysa ki kimlik sorunları burjuva düzende çözülmediği gibi, daha da derinleşmiştir. Etnik, cinsiyet temelli, kültürel ve ekolojik sorunlara bakılınca her geçen gün derinleştiği görülecektir.
Siyasi ve örgütsel temelde gelişen bu sorunlar KESK’in yönünü de belirlemektedir. Bir bakıma KESK kendi kuruluşunu inkar etmektedir!
Kongrelerde yaşananlar
KESK’e bağlı BES ve Eğitim-Sen kongrelerinde ihraç edilen üyeler önemli bir gündem olarak öne çıktı.
Birincisi, KHK’lı emekçilere öncülük etmesi gereken bir sendikanın üyesinin peşine düşerek mercekle disiplin suçu araması ve ihraç oylaması yaptırması kabul edilemez.
İkincisi, Kongre gündemlerini siyasi kavga ortamına dönüştürmeyi tercih ederek ana gündemlerin ve başarısız dönemlerin üstünü örtme girişimi kabul edilemez.
Üçüncüsü, DSD hareketinin Eğitim Sen kongresindeki pandemi koşullarına sığınarak yaptığı açıklama, sendikaya yönelttiği eleştiriler, çekilme kararları ittifakta yaşanan kavgaya bakıldığında samimi ve tutarlı değil. Ayrıca DSD Eğitim Sen’den çekilmiş olabilir ancak KESK’e bağlı sendikalarda hala ittifaklarını sürdürüyor. Bu çelişkili ve tutarsız tutumlar kabul edilemez.
Dördüncüsü, Emek Hareketi grubunun “temsiliyetin” paylaşılması sorununu öne sürmesi, iddia ettiği gibi sınıf sendikacılığının değil onun yerine dar grupçuluğunun sonucudur. KHK’ların etkisi sürse de, emekçiler açlığa ve ölüme mahkum edilse de “benim koltuğumu verin” anlayışı hakimdir. Bu yüzden bu anlayış da kabul edilemez.
Beşincisi, Eğitim Sen’de hakim siyaset olarak DEMEP grubunun açıkladığı broşür temelden hem teorik hem de pratik olarak yanlıştır, topyekun olarak reddedilmelidir. Broşürde “Proleter denen unsur” ifadesi işçi sınıfı siyasetinin reddinden de öte nefret düzeyinde bir retorik ima ediyor gibi. Bu retoriğin bir sonucu olarak “Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık Arasındadır.” saptamasında politik ihtiyacın bir ürünü olarak kapitalist-emperyalist devletlerle barışık “demokratik uygar” bir yapı arzulanmaktadır. Asıl indirgemecilik de budur; çünkü sınıfsallık ekonomiye eşitlenerek dışlanırken, devlet ise demokrasiye indirgenerek sınıf bağlamından koparılıyor. Böylece neredeyse sınıfsal olmayan ama politik malzeme olabilecek her şey kutsanıyor. Açıkça belirtmeliyiz ki bu değerlendirmelerin arka planında anti-marksist, anarşist ve yeni-sol denilen liberal ideolojik yaklaşımlar bulunmaktadır. Buradan emekçilere mücadele hattı asla çıkmaz. Bu nedenle emekçilere rağmen bu yaklaşımların öne sürülmesi ve Eğitim Sen’e hakim kılınması kabul edilemez.
Altıncısı, Sendikal Birlik grubunun Eğitim Sen yönetiminde DEMEP grubuyla ittifak yapması anlaşılır, çünkü siyasal muhalefette çıkar ortaklığı sendikal hareketi de kuşatmış durumda. Bu durum kamu emekçi hareketinin de kuşatılmasıdır ve kabul edilemez.
Yedincisi, Eğitim Sen kongresindeki Toplumsal Hareket Sendikacılığı’nın (THS) ortaya atılması yeni bir öneri olmamasına rağmen yeniymiş gibi sunulması ve kurtuluş olarak lanse edilmesi doğru değildir. Çünkü bu yaklaşım 1980’lerde kapitalizmin yarattığı krizleri aşmanın toplumsal ayağıdır. Buna göre temelde sınıf sendikacılığı anlayışı yerine bazı toplumsal dinamikler geçmektedir. Ama bunlara rağmen yeniden tartışılmasının iki anlamı vardır: a) DEMEP’in broşüründeki işçi sınıfı veya proletarya olgusunun yadsınarak işçi sınıfı mücadelesi yerine çevreci, kültürcü, ekolojist olgulara dayanan bir mücadele hattını inşa etmek. Bu yol sınıf uzlaşmacılığından başka bir şey değildir! b) AKP-MHP blokundan “kurtuluşun” formülü olarak yeni bir nosyon ve güncel bir misyon olarak görülmektedir. Siyasi bloktaki ortak çıkarlar ve Eğitim Sen’ deki ittifaklar bunu doğrular niteliktedir. Emekçilere sınıf uzlaşmacılığı reva görülemez ve uzlaşma kabul edilemez.
Sonuç olarak
KESK ve bağlı sendikalardaki sorunların kaynağı özellikle AKP’li yıllara denk düşmektedir. Ancak sert tartışmaların, ihraçların ve sendikadaki çözülmelerin yaşanması OHAL ve KHK’lar dönemine denk düşmektedir. Bu tartışmalar daha çok su kaldıracaktır. Ancak tartışmalar mutlaka yeni süreçlere ve mücadele hattının örülmesine evrilmelidir.
Sendikal hareketin öneminin arttığı pandemi koşullarında görülmektedir ki sendikal örgütlülük önemini korumaktadır. Emekçileri kapsayan, onların siyasal ve ekonomik haklarını temel alan anlayışlarla sendikal hareketler yeniden örülmelidir. Çeşitli emekçi kesimleri içeren yeni sendikal içerikler inşa edilebilir. Mesleki olarak hem kamuda hem de özel sektörde yoğunluklu olarak çalışan emekçileri örgütleyen sendikal hareketler kurulabilir, hatta kurulmalıdır.
KESK ise son kongreleri ve siyasi yönelimleriyle kendini inkarı bırakmalı ve sınıfın sesine omuz vermelidir!