Röportaj: Halil Yeni
Son dönem yayımlanan sanat üretimlerine baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Günümüz sanatı hem politik hem de psikolojik bir kıskaç altından geçiyor ve geçmişte bireyciliği öğütleyen sistem bugün bireysel tükenişi örgütlemek istiyor. Son dönemde bireysel tükeniş, kişisel çaresizlik, buhranlar, yanılgılar, yenilgiler üzerine yazılan şiirler, romanlar, çekilen filmler, çıkartılan dergiler, sahnelenen oyunlar yeni sanat akımı olarak bize sunulmakta ve sanatın sanki artık bu şekilde icra edilebileceği söylenmektedir. Umutsuzluğu ve çaresizliği veri alan, değiştirmeyi değil kabullenmeyi öneren bu üretimler diken gibi çoğalırken, diken bahçesinde bülbül olmak isteyen üretimler de bu algının karşısına bir umut olarak çıkıyor. ‘’Deli İbram Divanı’’ da bunlardan biri…
Öykü yazarı Ahmet Büke’nin ilk romanı olan ‘’Deli İbram Divanı’’ geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. Can yayınları tarafından yayımlanan kitap bir ada hikâyesi olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Roman İzmir’in Köstence adası üzerinde yaşayan yoksul balıkçı bir ailenin ekmeğine ve toprağına göz koyanlara karşı mücadelesini anlatırken deniz ve balıkçılığa ait kavramlarıyla da dikkat çekiyor.
Kitabın tanıtım yazısında ise söyle ‘’Deli İbram Divanı, öykücülüğümüzün yaşayan büyük ismi Ahmet Büke’nin romanda da ne kadar mahir olduğunu gösteren, uzun yıllar akıllarda kalacak, konuşulacak bir eser. Ege insanının doğayla, tarihle, efsanelerle beslenen hayatı, coğrafyamızın kangren olmuş adaletsizlik, gelir eşitsizliği sorunlarıyla harmanlanıyor, bir ada ve deniz hikâyesi olarak biçimleniyor. İzmir’in de yer yer karakter olarak belirdiği bir dönem romanı olan Deli İbram Divanı, deniz edebiyatımızın klasikleri arasına girmeye aday.’’
Ahmet Büke ile ilk romanının yazım sürecini ve ‘’Deli İbram Divanı’’nı konuştuk.
Okurlarınız sizi öykü kitaplarınızla biliyor. ‘’Deli İbram Divanı’’ ise ilk romanınız. Sizi roman yazmaya yönlendiren şeyler nelerdi?
Bu yanıtı birkaç kez verdim. O nedenle aynı sözleri duyacak okurlar varsa özür dilerim. Yine ifade etmeye çalışayım. Ben aslında sözlü edebiyat geleneğinden geliyorum. Köklerim orada. Hikâye ve masal anlatıcısı büyüklerin olduğu geniş bir ailede ve coğrafyada büyüdüm. Dolayısıyla benim ayağımı bastığım yer “hikâye”. Ben aslında hikâye anlatıcısıyım. Bütün derdim, iyi ve anlatılmaya değer hikâyeler bulup, onları iyi bir edebiyatla anlatmaya çalışmak. Bunu yaparken forma karar veriyorum. Kimi zaman öykü ile, kimi zaman da roman ile anlatıyorum hikâyelerimi.
Peki ‘’Deli İbram Divanı’’nı yazma fikri nasıl doğdu? Nasıl gelişti?
Aklımda bir adada yaşayan deniz emekçisi bir ailenin birkaç kuşak hikâyesini anlatmak vardı. Ama deniz ve denizcilik kültürü bildiğim bir alan değildi. Önce oturup bu konuya çalıştım uzun uzun. Sadece çalışmakla kalmadım biraz denizcilik pratiği de yaptım. Balıkçı ve denizci arkadaşlar edindim. Ardından 1950’li yılları çalıştım bir süre. Aşağı yukarı bir buçuk yıl bir hazırlık dönemi geçirdim. Ardından oturup yazdım.
Romanınızda tek bir ana karakter yok. Ana karakter, Deli İbram, Osman, Balıkçı, Yusuf Reis ve kısmen de Demirci Asım arasında paylaşılmış gibi. Ben kitaba ismini veren ve romanın sonuna imzasını atan Deli İbram’ı sormak istiyorum öncelikle. Deli İbram karakteri nasıl oluştu?
Kısmen çocukluğumdan geliyor. Gördesliyim ben. Bizim delimiz biraz çoktur. Hatta bizde halkın dili “anormal” sözcüğüne dönmediği için, deliliği de “normal” sözcüğüyle tanımlarlar. Yani normal ve anormal kavramları ters düz edilmiştir biraz. Ayrıca norm ve düzen dışı, düzenle problem yaşayan ve verili koşullara teslim olmayan insanlara da deli denir. Dolayısıyla deliler hem sevilir hem de delilere saygı duyulurdu. Deli İbram biraz çocukluğumdan getirdiğim bir karakter.
Aynı soruyu ‘’Osman’’ karakteri için sormazsam ona haksızlık olur. İkiz kız kardeş, balıkçılıkla kıt kanaat ailesini geçindirmeye çalışan birinci dünya savaşı gazisi bir baba ve hasta eşini iyileştirmek için yüzüğünü satan bir anne. Ve tüm bu dramatik yaşantının içinde kendisine sorumluluk yüklenen evin tek erkek çocuğu küçük Osman…
Osman yeniyi ve geleni temsil ediyor bence. Mücadele biçimi olarak da (Deli İbram’ın öğreticiliğinde elbette) babasının kuşağından farklılaşıyor. İntikam ya da kavga sürdürmek niyetinde değil ama koşullar onu bir mücadeleye sürüklüyor. O da en doğru, akılcıl ve sonuç alıcı yöntemi bulmaya çalışıyor. Önce hayatta kalacağı ardından da kazanacağı bir karşı hattı kurmaya çalışıyor. Zayıflar için böyle bir yol hep mümkündür.
Romanınızda kullandığınız deniz ve balıkçılık üzerine terimler hem öğretici hem de bu konuda ne kadar yetkin olduğunuzu gösterdiği için etkileyiciydi. Deniz ve balıkçılıkla ilgili bu bilgi birikimi nereden geliyor?
Çalışarak oldu. Yazarlık daha çok zanaatçılığa benzer. Konfor alanınızdan çıkarsınız ve düşe kalka öğrenirsiniz. Zorluklar ve engeller yazarlık yaşamında yazarın bir tür dostlarıdır aslında. Ayrıca çırak olmadan usta olunmaz.
Kitabınız diğer yanıyla İzmir’in balıkçılık üzerine kurulu emek tarihini de anlatıyor. Ve okurken insan düşünmeden edemiyor. Acaba balıkçılık yerli halk arasında hala yaşayan bir geçim kaynağı mı? Yoksa ‘’Eczacı Süleyman’’lar gerçek hayatta da kurduğu şirketlerle yaşamını kendi kayığı ile geçindirenleri yuttu mu?
Mümkün ama işin nihai özü değişmiyor. Balıkçılar kendi hesaplarına çalışan emekçilerken bu defa ücretli emek sahiplerine ve mülksüzleşmiş emekçilere dönüşüyor. Emek ve sermayenin tarihi macerası başka düzlemde devam ediyor yani. Yeni bir düzlem yeni bir mücadele ve birikme, güçlenme, öğrenme ve kurma çağıdır aynı zamanda.
Son dönem, özelikle okuduğum öykülerde umutsuzluğu ve çaresizliği veri alan, değiştirmeyi değil kabullenmeyi öneren eserlerle karşılaşıyorum. Sizin romanınız ise okurun içinde damla damla biriken öfkeyi bir umuda dönüştürerek bitiyor. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Peter Ustinov’un güzel bir sözü var bu konuda. “Karamsarlık romantik bir tutkudur ama iyimserlik bir görevdir,” der. Görev gördüğünüz meseleler ham hayaller olmaktan uzaklaşır. İradenin iyimserliği gelir onun yerine. Tarihin inişleri çıkışları, geri dönüşleri olur ama bu altüst oluşlar aynı zamanda kurucu dönemlerdir. İnsanlığın mekanik bir biçimde ilerleyeceği ve kurtulacağı fikrine bir imanım yok ama ihtimaller var bizim için. Ve ihtimallerin önümüzden geçip gitmesine seyirci kalamayız.
Romanın finalinden yola çıkıp gerçek hayatımıza yönelik bir soru sorarak bitirmek istiyorum. İnsan emeğine, yaşam hakkına ve doğaya kastedenlere karşı halk, bir kahramanın çıkmasını ve onları kurtarmasını mı beklemeli? Yada ‘’Ezacı Süleyman’’lara karşı bugün ne yapmalı?
Tek başına bir edebiyatçının bulabileceği bir yanıtı yok bu sorunun. Ama dediğim gibi ihtimaller var. Örneğin memleketimiz cennet değil, halkımız da melek değil ama biz de aptal değiliz. Yani değiştirme ve yeni, daha iyi bir memleket ve dünya kurma ihtimalimiz var.
AHMET BÜKE KİMDİR?
1970 yılında Manisa’nın Gördes ilçesinde doğan Ahmet Büke, ilk ve orta öğrenimini Gördes’te, liseyi İzmir Atatürk Lisesi’nde bitirdi. Bir süre ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nde okuyan Büke, 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu.
Yazarın öyküleri, E Edebiyat, Adam Öykü, Ünlem, Patika, İmge Öyküler, Özgür Edebiyat, Eşik Cini, Notos, Yeni Yazı, Ğ, Sus, Har, Hece gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. Büke, Alnı Mavide isimli kitabıyla Oğuz Atay Öykü Ödülünü, Kumrunun Gördüğü ile 57. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı.
Büke’nin yazdığı Ekmek ve Zeytin, eleştirmenler tarafından 2011 yılının en iyi beş kitabı arasında gösterildi. Mevzumuz Derin isimli gençlik romanı 2014’de Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği Yılın Gençlik Romanı ödülünü aldı. “100 Tuhaf Kitap” isimli kurgu dışı ilk eseri 2015 yılında basıldı.
Ahmet Büke, 2017 yılında çocuklar için de yazmaya başladı. Aynı yıl Zeyno Kitapları Serisi ismini verdiği diziden “Eyvah, Babam Şiir Yazıyor!”, “Annemle Uzayda” ve “Neşeli Günler” isimli kitapları ödüllü çizer Sedat Girgin tarafından resimlendirildi. Büke, 2018 yılından Gökçe’nin Yolu isimli ilk çocuk romanını çıkardı. Büke’nin ilk çocuk öyküleri kitabı olan Kırlangıç Zamanı’nı 2019 yılında yayımlandı.
Büke’nin 2019 yılında yayımladığı Varamayan isimli kitap “Yılın En İyi 50 Kitabı” listesine alındı. Ödüllü sinema yönetmeni ve senarist Özcan Alper’in üçüncü filmi olan ‘Rüzgarın Hatıraları’ filminin senaryosunu Özcan Alper ile birlikte yazan Büke, son olarak Emre Yeksan’ın şu anda post prodüksiyon aşamasındaki ilk uzun metraj filmi olan ‘Körfez’in senaryosunu kaleme aldı.
Bu haber en son değiştirildi 7 Ağustos 2022 15:26 15:26
Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jean-Pierre yaptığı açıklamada ne ABD'nin ne de Ukrayna'nın bölgedeki gerilimi arttırmada…
Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şikâyetiyle 11 yıl 8 ay hapis…
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eski basın danışmanı Ahmet Sever, Mustafa Varank’ın açtığı 'Ak trol' davasından…
"Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılan gazeteci Fatih Altaylı, "Olağan ve alışık…
MHP’li vekillerin altın kaçakçılığı ve kara para iddiaları siyaseti karıştırdı. Bahçeli’nin tavrı, Dubai bağlantıları ve…
İstanbul’da bebekleri kendilerinin anlaşmalı olduğu hastanelere sevk ederek haksız kazanç sağlayan ve ihmali davranışlarda bulunarak…