Devrimciler, burjuvazinin yanında saf tutmaz!

Mesele şudur: AKP iktidarına karşı gelmek ile düzenin başka seçeneğinin destekçisi haline gelmek kaçınılmaz bir durum mudur? AKP’ye hayır demek doğrudan düzenin restorasyoncu güçlerine ya da düzen muhalefetine ya da burjuvazinin bir başka kanadına destek vermek ve düzen güçleriyle aynı safta buluşmak siyaseten kaçınılmaz ve doğal mıdır?

AKP eliyle kurulan rejimin karakteri konusunda, Türkiye solu açısından, bir tartışma bulunmuyor. Türkiye, son 20 yıldır, bir karşı-devrim süreci yaşamıştır ve bu karşı-devrimin sonucu ise sermayenin gerici çıplak diktatörlüğü olmuştur. Bunu, tek adam rejimi, saray rejimi ya da istibdat rejimi gibi daha popüler kavramlarla tanımlamak da mümkün. Ancak eninde sonunda, AKP, doğrudan sermaye sınıfının partisi olarak bir sınıf diktatörlüğünün politik temsilcisidir. Geçmişte de böyleydi, AKP’nin farkı ise bunun gerici ve çıplak halini temsil etmesidir.

AKP, burjuva devletin görece özerk konumuyla “oynamıştır”. Ve bugünkü düzen içi tartışmaların yürütüldüğü çerçeve, özünde, devletin bu “görece özerk” konumuna yeniden oturtulmasıyla ilgilidir. Ancak ister AKP ister muhalefet ister devletin her türlü odağı ya da sermaye sınıfının bütün kanatları olsun düzenin bütün güçleri açısından sermayenin egemenliğini asla tartışma konusu yapılmamaktadır. NATO üyeliği, Gümrük Birliği, piyasa ekonomisi, özelleştirme, dış borca bağımlılık, sermayenin çıkarlarının gözetilmesi gibi bir dizi başlıkta düzenin bütün aktörleri ortak bir zemine sahiptir.

Başkası mümkün değildi. Türkiye kapitalizminin gelişim çizgisi, emperyalizme ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılık zemininde çizilebilir. Başta emperyalizm, sermaye devleti ve sermaye sınıfı olmak üzere egemen güçlerin çıkar ve tercihlerinin bir sonucu olarak AKP Türkiye’de iktidara taşınmıştı. AKP’nin burjuva siyaset açısından bile ucube olarak değerlendirilmesi hem tarihsel hem de politik/toplumsal koşullar açısından kategorik olarak mümkün değildir. Kaldı ki AKP’nin dış politikası ABD emperyalizmin çıkarlarıyla paralel BOP eşbaşkanlığı ile uyguladığı ekonomik model ise Derviş’in adıyla anılan emperyalist tekellere peşkeş siyasetiyle yalnızca tanımlanabilir.

AKP kendisini “vesayet karşıtı”, “yeni Türkiye’nin kurucusu”, “milli irade temsilcisi” ya da “demokrat” olarak gösteredursun, tam da kendisini tanımladığı sıfatlar ile AKP eliyle kurulan rejimin uzaktan yakından ilgisi olmadığı sadece ülkenin solcuları değil bugün doğrudan İslamcı daire içinde bulunanlar açısından da artık kabul görmektedir.

AKP şaşırtmamıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’na, siyasi yasak koyma girişimi, son 10 yıldır AKP’nin baskıcı ve totaliter karakteriyle uyumludur. AKP, ülkenin kaderini belirleyecek seçimler öncesi, korkusunu dışa vurmuş, iktidarı kaybetmemek için elindeki bütün enstrümanları devreye sokabileceğinin bir örneğini daha göstermiştir. Böylesi bir adımın politik ve toplumsal meşruiyetinin zayıflığı ortadadır ve AKP’nin yargıyı siyasi bir sopa olarak kullanmasının bir başka örneği olarak bu durumun politik sonuçlar doğuracağı da açıktır.

AKP azınlık iktidarıdır ve gittikçe inandırıcılığını yitirmektedir. AKP’nin şu ya da bu ölçüde belli bir toplumsal güce dayandığını da bilmekle beraber bugün AKP’nin siyaset alanı gittikçe daralma eğilimi taşımaktadır.

Peki, AKP’nin 20 yıllık iktidarının kaderini belirleyecek seçimler, sol ve devrimciler açısından önemsiz sayılabilir mi? Yukarıdaki satırlar 20 yıllık iktidarının temel karakterini ortaya koyarken, bu saptama AKP’nin karşı-devrimini önemsiz kılabilir mi? Elbette değil. Bugün toplumsal bir tepkinin ortaya çıktığı bir dönemde, böylesi bir tepkiyi yok saymak siyaset dışı bir yaklaşım olacaktır. Bununla birlikte karşı-devrim sürecinin önünün kesilmesi ya da başka bir deyişle 20 yıllık iktidarın son bulmasının, ülkenin ilerici yürüyüşünde önemli bir dönemeç olacağı da herkes için açık olmalıdır.

Mesele şudur: AKP iktidarına karşı gelmek ile düzenin başka seçeneğinin destekçisi haline gelmek kaçınılmaz bir durum mudur? AKP’ye hayır demek doğrudan düzenin restorasyoncu güçlerine ya da düzen muhalefetine ya da burjuvazinin bir başka kanadına destek vermek ve düzen güçleriyle aynı safta buluşmak siyaseten kaçınılmaz ve doğal mıdır?

Yıllar önce benzer tartışmalar Türkiye solunda yaşanmıştı. Birgün Gazetesi yazarı Melih Pekdemir’in geçmişte türban tartışmaları olduğu zaman “özgürlükçüyüz ama aptal değiliz” başlığı ile yazdığı yazıya değinmek bugünkü tartışmalar bağlamında akıl tutulmasına karşı yararlı olabilir. Özgürlükçü olmanın gericiliğe politik desteğe dönüşmemesi gerektiğini hatırlatan yazıyı yeniden hatırlayıp benzer bir vurguyu bugün için de yapmamız şart oldu: AKP’ye karşıyız, ancak saf değiliz!

AKP ve MHP’nin gerici ve faşist iktidarına karşı gelmek, karşı durmak, buna karşı güncel siyasal mücadelenin içinde yer almak ile AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi ile, AKP’den kopan Davutoğlu ve Babacan ile ve MHP’den kopan Meral Akşener ile aynı safta bulunmak ne doğal ne kaçınılmaz ne tesadüf ne de taktiktir! AKP’ye hayır demek ile düzenin bir başka sağ cephesiyle yan yana düşmek iki ayrı politik tutumdur. Ne yazık ki Türkiye solunun bir kısmı, siyaset yapmak adına akıl tutulması yaşamaktadır.

Devletin görece özerk konumundaki değişim, ülkenin egemen gücü sermaye ile emekçilerin arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmıyor. Sosyalistler, demokratik taleplere sahip çıkar, ancak emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi yok sayabilirler mi? Zira burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasında da büyük farklar bulunur. Biri sermayenin sınıf diktatörlüğünün bir tezahürü iken sosyalist demokrasi halkın devlet yönetimine katılımı merkeze koyduğu bir anlayışı ifade eder. Bugün düzenin kendisini revize ya da restore etme siyasetinden demokrasi çıkarmak ya da beklemek, kelimenin tam anlamıyla saflıktır, değilse reformizme kapı açar!

Sosyalizm gelmeden “gerçek demokrasi”nin gelemeyeceğini söylemek gibi basit bir tezi burada bir kez daha ifade etmek gerekir mi? Ayrıca bunu sağ bir cephe olarak Millet İttifakı’ndan beklemek…

Türkiye solunun bir kısmının Millet İttifakı’nın olası adaylarından birisi olan İmamoğlu’na konulan siyaset yasağına karşı Millet İttifakı’nın Saraçhane çağrısına katılım çağrısı yapması bir yana doğrudan katılımı, bugün devrimci siyasetin eğik düzlemde adım adım düzen siyasetine kayışının bir örneğidir. Tek adam faşizmine ve yasağa karşı tepki vermek bu tepkiye karşı devrimci bir eylem koymak ile gerici-faşist kimlikleri açık olan düzen aktörleriyle aynı safta buluşmak bir ve aynı şey değildir. Devrimci siyaset, duracağı çizgiyi iyi belirlemelidir.

Hele hele EMEP Genel Başkanı Ercüment Akdeniz’in miting otobüsü üzerine çıkması ve Akşener’le, Hüseyin Baş’la birlikte boy göstermesi, demokratik bir eyleme destek vermenin çok ötesinde bir anlama sahiptir.

Bizim yolumuz başkadır. Birileri “milletvekilliği ikbali” için devrimci siyasete bin bir türlü takla attırabilirler, ancak biz işçi sınıfının ve emekçi halkın örgütlü mücadelesini örmenin yolundan şaşmayacağız!

Devrimci siyaset, aynı zamanda, Meclis basın odalarında, kürsüsünde ve televizyonlarda “radikal ve sert konuşmalarla” ya da “devrimci dışavurumcu görüntü vermekle” olmuyor. Açıktır ki, bunlar, reformist siyasetin takiyesinden başka bir şey değildir.

Yıllar önce söylediğimiz sözü bir kez daha tekrar etmek gerek: “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz!”. Nitekim olamıyor da!

Bizim takiye yapmaya ihtiyacımız bulunmuyor. Varsın burjuva siyaset bizi görmezden gelsin. Görmezden gelemeyecekleri gün yakındır!