Kadın ve laiklik tartışmaları hız kesmiyor

Yoksulluk arttıkça siyasal baskılar da artacaktır. Baskı tepkiyi doğurur. Türkiye, laikliğin zedelenmesine karşın hâlâ laik bir ülkedir. Laiklik kadın- erkek eşitliğinin hiç tartışmasız güvencesidir.

Tülin Tankut

Küreselleşmeden demokrasi, insan hakları, özgürlük bekleyenler fena halde yanıldılar. İnsan yaşamının ne denli değerli olduğuna da ‘ABD’de terk edilmiş tırın kasasında en az 50 ölü göçmen’ haberine, ülkeyi yönetenlerin ve kamuoyunun ilgisizliği sayesinde bir kez daha tanık olduk. Öte yandan ABD Yüksek Mahkemesi’nin aldığı kararla bazı eyaletlerde kürtaj (istenmeyen gebeliğe son verilmesi) yasağı, küresel etkiletişimle tüm dünyada kadın haklarının tehlikede olduğu sinyallerini veriyor. Bu hak ABD’de anayasal koruma altındaydı. (1973 tarihli karar) Kadınlar kazanılmış haklarının ellerinden alınmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, seslerini dünyaya duyuruyorlar ama görünen o ki sonuç değişmeyecek.

Küreselleşmenin yıkıcı sonuçlarını biz de hem diğer toplumlarla ortak hem de kendi toplumumuza özgü sonuçlarıyla yaşarken neden sonra ayıldık. Küresel kapitalizmin çıkarları gereği, laikliğin temelleri dünya genelinde aşındırılırken ülkemizde, laiklik ihlallerinin “anayasal düzlemde “artışına kayıtsız kaldık. Kadın –erkek eşitliğinin güvencesi sayılan laikliğin temelleri aşınıyor iddiaları, bir de baktık ki gerçeklerle örtüşür hale gelmiş.

Gündemden düşmeyen kadın cinayetleri davalarını ele alalım; “haksız tahrik indirimi” kararlarındaki artış ne anlama geliyor, karar vericiler tarafından hiç düşünüldü mü? Bu kararlar kadına yönelik şiddeti artırmayacak mıdır? Sakat bırakılan, cinayete kurban giden kadınlar, ne uğruna canlarından olmuşlardır? Bu canavarlığa bir anlam atfetmek mümkün müdür? Kadına yönelik şiddet olaylarında hukukun varlığı, yaptırım gücü tam anlamıyla neden hissedilmiyor? Aile içinde yaşananların üstü nispeten örtülebiliyor; ya sokak ortasında, güpegündüz yapılanlara ne demeli? Bu cüret nereden geliyor? Kadınları ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddete karşı koruma ve can güvenliğini sağlama konusunda yetersiz kalan yöneticiler, üstüne üstlük kadına yönelik cinsiyetçi söylemleriyle de şiddete eğilimli erkekleri cesaretlendirebileceklerini akıl edemiyorlar mı? Hani, yaşananlar için kolektif olarak işlenmiş bir suç, desek yeridir. Öyle ya, olaylarda ilgi, mağdurda odaklanıyor; sistemin adının geçmesini beklemiyoruz ama suçluyu kayıran tutum, insanı isyan ettiriyor. Aslında bu tutum dünya genelinde yaygındır; kadına yönelik şiddete karşı mücadele de engellenmeye çalışılır. Çünkü bu mücadele toplumsal mücadelenin bir parçasıdır; siyasidir, engellenme nedeni de bu olsa gerek.

Öte yandan “nafaka hakkı” tartışmaları da sürüp gidiyor. Medeni Yasa, kadın – erkek eşitsizliği nedeniyle kadını koruyor, kadının toplum içindeki konumunu güçlendirme misyonunu yerine getiriyor. Gerçek anlamda toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanıncaya kadar –ki bu ancak toplumcu politikalarla gerçekleşebilir- kadınlar kendilerine yasalarla tanınmış haklarına sahip çıkmak zorundadırlar. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı mücadele nasıl sürüyorsa her hak ihlali için bu sürecektir.

Kadınlar insana yaraşır bir yaşam için mücadele ediyorlar. İnsan yaşamının maddesel ve ruhsal ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. (Kadınlar hijyenik ihtiyaçlarını bile sağlayamaz hale geldiler. Örneğin bizde en azından hijyen malzemelerindeki KDV düşürülemez mi?)
Ancak tarih, yaşamın gerçekliğine aykırı kısıtlamalarla toplumların yönetilemeyeceğini gösteren örneklerle doludur.

Öte yandan kadın haklarında yaşanan gerilemede, son yıllarda cemaatlerin ve tarikatların siyasete yön verme yolundaki çabalarının etkili olduğunu belirtmek için uzman olmaya gerek yok. Vakıf ve dernekler, cemaat ve tarikatlar, okul öncesinden üniversitelere, eğitim hizmeti adı altında faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. Okullarda karma eğitim kaldırılsın, talepleri yükseliyor. Bu tip örneklere ve daha beterlerine her gün rastlıyoruz. Aslında dini oluşumların siyasete yakınlıklarına toplum olarak alışığız; DP’den (Demokrat Parti) bu yana merkez sağ partileri desteklemişler, siyasi partilerin oy deposu olarak görüldüklerinden laikliğe aykırı sayılabilecek faaliyetlerine dokunulmamıştır.

Tek tanrılı dinlerin yorumcuları, özellikle köktendincileri, kadını tarih ve toplum içinde konumlandırmaz; dolayısıyla sınıf, etnisite, din, mezhep gibi ayrımları görünmez hale getirerek kadını biyolojik yapısına indirgeyen özcü bir yaklaşım içinde kalırlar. Bizdeki muhafazkâr ve dini oluşumlarsa iddia edilenin aksine, demokrasi algıları nedeniyle Batılı anlamdaki çoğunlukçu sivil toplum kuruluşlarına benzemezler. Laik kültüre karşıdırlar. Sağ partilerle ilişkisi olanlar yetkililere İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması için baskı yapmadılar mı? Yetkililer her ne kadar alınan kararı haklılaştırmaya çalışmış olsalar da toplumsal cinsiyet kavramını tanımayan bir zihniyetten de zaten beklenen budur.

Dinin siyasette ağırlığını hissettirmesi ister istemez akla şu soruları getiriyor: Din, toplumsal sorunlara dini referanslarla çözüm getirebilecek bir merci olabilir mi? Tarihsel- toplumsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkmış olan dini oluşumlar çağdaş toplumda miadını doldurmamış mıdır? Arkalarında büyük sermayenin desteği olmasaydı politik bir güce dönüşebilirler miydi? Artık hukuka da güven kalmamışsa, kurumlar işlevini tam anlamıyla yerine getiremiyorsa kişi nasıl hak talebinde bulunabilir? Dahası yaşamını nasıl sürdürebilir? Bu tıpkı kaçak yaşayan sığınmacıların durumuna benzemiyor mu? İnsan hakları onlar için geçerli midir? Biri cinayete kurban gitse kimsenin haberi olmayacaktır.

Ancak dini, toplumu yönetmek için kullanma yanlısı siyasetçilerin hesaba katmadıkları bir gerçek var: Kadınlar o kadar da çaresiz değildir. Kadın hareketleri, tarih boyunca mücadelelerle elde edilmiş kazanımların korunmasını, geliştirmesini hedeflemiştir, dolayısıyla siyasidir. (Merak edenler, ülkemizde politik bilincin yüksek olduğu 70’li yıllardaki kadın mücadelelerine baksınlar; özellikle de İlerici Kadınlar Derneği’nin (İKD) arşivlerine baş vursunlar.) Günümüzde laiklik için verilen mücadeleler de başta Müslüman ülkelerdekiler olmak üzere benzer sorunları yaşayan kadınlar içindir. Nitekim onların arasında da ataerkilliğin taşıyıcısı olarak kullanılan dini yaptırımların sorgulandığına tanık oluyoruz. Aynı şekilde, ABD’deki kürtajı yasağı da tüm kadınlar için bir kayıptır. Laiklik, kadınların eşitlik mücadelesinde ön koşul olduğuna göre, kadınlara düşen evrensel normları sahiplenmektir. Bunun için de kadınların kişisel aydınlanmalarının önündeki engellere, örneğin sosyal medya haberciliğine, muhalif yayın yapan haber sitelerine, “halkı yanıltıcı bilgiden korumak” gerekçesiyle düzenleme getirilirken bunun yasalara göre internet yasağına dönüşmemesi için dikkatli olunması gerekir. Siyasal baskılara karşı internetteki dayanışma ağları kadınların demokratik hak arama mücadelelerinde önemli bir araçtır çünkü.

Kadına yönelik ayrımcılık derinleştiğinde bundan istihdam politikaları da etkileniyor. Ekonomik kriz nedeniyle işten çıkarmalarda da kadınların başı çektiğini, çalışan kadınların evlerine geri gönderildiklerini; istihdam için erkekten yana tercihin daha fazla olduğunu cümle âlem bilir. (Nerede kaldı eşitlik!) İŞKUR verilerine göre, ülkemizde kamu sektöründe işçi istihdamı azalıyor. Türkiye, OECD ülkeleri arasında kadın istihdamı oranında en son sırada yer alıyor.

Yoksulluk arttıkça siyasal baskılar da artacaktır. Baskı tepkiyi doğurur. Türkiye, laikliğin zedelenmesine karşın hâlâ laik bir ülkedir. Laiklik kadın- erkek eşitliğinin hiç tartışmasız güvencesidir. Siyasetçiler bile, geçmişte olduğu kadar sık yinelemeseler de ülkemizden çoğunluğu Müslüman nüfusun oluşturduğu demokratik, laik, bir hukuk devleti, diye söz ediyorlar. Siyaset dünyasına bakıp din itibarını yitiriyor, diye kaygılarını dillendiren dindarları elbette ki dini referanslı siyasi oluşumlarla, konjonktüre göre din yorumu yapanlarla aynı kefeye koyamayız.

Dünya genelinde hükümetler değişse de dini oluşumların toplumun içindeki yeri tartışılacak mıdır? Umalım, diyelim. Ama toplumsal cinsiyet eşitsizliği kökten değişmeyecektir. Kapitalist toplum eşitsizlik temelinde yükselir çünkü. Bunun sonucu olarak ülkemizde beyin göçünün gözle görülür bir artış göstermesi düşündürücüdür. Doktorlar, avukatlar derken Batı’dan gelen nitelikli iş gücü talebi gençlerimiz için umut kapısı oluyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali, başka ülkelere sığınmak neden? Sonuçta yine kazanan sermaye, kaybeden emek olmayacak mıdır?

Kadınlarınsa kültürümüz ve yerleşik anlayış nedeniyle kadın başına göçe katılmaları zor görünüyor. Kaldı ki doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmayı kimse arzu etmez. Kapitalizmle mücadelede siyasal İslam’ı laikliğe bir tehdit olarak gören kadınlı erkekli sol çevreler, ülkelerinde kalarak iki mücadeleyi birlikte sürdürüyorlar. Daha fazla kamuoyu desteğiyle mücadelenin güçleneceği açıktır. Kadın hareketiyle toplumsal kurtuluş hareketinin dayanışma içinde olmaları, her iki tarafın da gücünü artıracaktır. Kadınlar olarak biz de yaşamımızı değiştirip dönüştürmeye olan yatkınlığımızı köklü bir toplumsal değişime taşıyabiliriz.