Abayanın örttüğü gerçekler

Fransa’daki abaya yasağını salt bireysel özgürlüklerin ihlali olarak gören cici demokratlar Türkiye’nin son yirmi yılına yakından bakabilir.

Beş milyondan fazla Müslümanın yaşadığı Fransa’da abaya ve entari tarzı uzun elbiselerin okullarda giyilmesi yasaklandı. Macron Hükümeti’nin sözcüsü Olivier Véran, laikliğe aykırı olarak nitelediği bu giysileri politik bir saldırı aracı olarak yorumluyor. Ülkede yoğun tartışmalara neden olan yasağın iptali için Danıştay’a itiraz edildi. Ne var ki üst mahkeme, bu tarz giysilere yasak getirmenin temel özgürlüklerin ihlaline yönelik bir saldırı olarak görülemeyeceğine hükmedip itirazı reddetti.  Öte yandan Paris merkezli öğretmen eylemlerinde siyasal iktidar İslamofobik diye nitelendirilerek  yasak kararı protesto edildi. Hiçbir öğrencinin dışlanmayacağını vurgulayan eylemci öğretmenler ortaokul ve liselerdeki kötü çalışma ve öğretim koşullarına dikkat çekti. Düşük maaşlar, kalabalık sınıflar, kaynak ve personel yetersizliği gibi sorunların üzerini örtmek için Macron Hükümeti’nin abaya yasağına sığındığı ileri sürüldü[1].

 

Bu yasak, Ulusal Meclis’teki sol ittifakı da ikiye böldü. Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği (NUPES) olarak adlandırılan ortak cephede yer alan sosyalistler ve komünistler hükümetin aldığı kararı destekledi. Melenchon’un liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi’nin yanı sıra Yeşiller Partisi de öğrencilerin giysilerinden ötürü damgalanamayacağını, siyasetin kadın bedeni üzerinde denetim kurmaktan vaz geçmesi gerektiğini bildirdi.

 

Fransa Milli Eğitim Bakanlığı ise eğitim kurumlarına gönderdiği yönergeyle abaya giyen öğrencilerin aileleriyle diyalog süreci başlatılmasını, sonuç alınamadığı takdirde öğrencinin okuldan atılmasını salık verdi. Bu yönergenin özü, ülkemizde 1990’lı yılların sonunda türbanla üniversiteye giremeyen öğrencilere yönelik ikna odalarını çağrıştırıyor. Bugün Fransa’da yaşananların eski Türkiye’deki konjonktürü anımsatmasına ne demeli ki?

 

ETKİ, TEPKİ DOĞURUYOR 

 

Neoliberal dönemde yüceltilen kimlik siyasetiyle “toplumsal yaşamda bireysel özgürlüklerin sınırı nerede başlar, nerede biter?” sorusu önemini yitirdi. Demokrasinin ve özgürlüklerin istismarına yol açan bu durumdan en çok siyasal İslamcılar yararlandı. Türkiye’de ve Avrupa’da kadının özgürlüğü tesettüre indirgendi. Oysa tesettür Afganistan, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde kadının tutsaklığının simgesi olarak görülüyor. Böylesi bir çelişkiyi salt ülkelerin rejim biçimlerine dayandırarak açıklamak kolaycılık olur. Gerçekte bu durumun başat sorumlusu, hedefe aldığı ülkelerin yumuşak karnını iyi bilen emperyalist devletlerdir.  ABD, Batılı müttefikleriyle birlikte Ortadoğu ve Afrika’da iç savaş çıkarmak için radikal İslamcı grupları silahlandırıp eğitti. Bölgedeki bazı Müslüman müttefikleri de  sürece destek oldu.

Uluslararası enerji şirketlerine kârlı yatırım ortamı yaratmak uğruna askeri operasyonlar ve çatışmalar yüzünden milyonlarca insan can verdi ya da ülkesinden göç etmek zorunda kaldı. Bu süreç aynı zamanda El Kaide, Taliban, IŞİD, Eş-Şebap ve Boko Haram gibi radikal İslamcı grupların ve benzeri ılımlı türevlerinin sosyopolitik düzlemde güç kazanmasına neden oldu. Ayrıca Arap sermayesine kapılarını açan Batılı ülkelerde söz konusu gruplar kendilerine yaşam alanı buldu. Bugün başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’da İslamofobinin yükselişe geçmesinin nedenini anlamaya çalışırken etki, tepkiyi doğurur kuralını ıskalamamak gerekiyor. Ünlü bilim insanı Isaac Newton, kuvvetlerin daima etki-tepki yasasına göre hareket içinde olduğunu söylüyordu.

 

Neoliberal düzeni var eden kutuplaştırma siyaseti de bu yasaya göre işliyor. Siyasal iktidarlar nefret söylem ve eylemleriyle toplumu kamplara ayırıyor. Ayrıştırılan kesimler arasına nifak tohumları atılıyor. Böylelikle sermaye sınıfının vahşi sömürü ve talan düzeni gizlenmiş oluyor. Kontrollü kaos kurgularıyla sosyal ve ekolojik krizin üzeri örtülüyor. Macron, Fransa’da İslamofobiklere, Erdoğan ise Türkiye’de şeriatçılara göz kırparak aynı şeyi yapıyor. Zaman zaman sahici görünmek için birbirlerini kınayıp kendi seçmenlerinden de aferin alıyorlar. Kuşkusuz planlar her zaman tutmayabilir. Böyle bir durumda bumerang sahiplerini de vurabilir.

 

İBRETLİK OLGU 

 

Kapitalizmin erkek egemen doğası kadını her durumda mağdur ediyor. Sözde demokratik ülkelerin okullarında tesettürün serbest bırakılması ya da yasaklanması tartışmaları, kadın haklarının doğrudan dini inanç alanıyla ilişkilendirilmesine neden oluyor. Neoliberal dönemde birey odaklı kimlik siyaseti kadın mücadelesinin sınıfsal yanını iyice aşındırdı. Belki de bu yüzden DİSK’in başkanı bile kadın dayanışmasını sınıf dayanışmasının önüne  koyup asgari ücret konusunda destek istemek için Akşener’i ziyaret etti!

 

Fransa’daki abaya yasağını salt bireysel özgürlüklerin ihlali olarak gören cici demokratlar Türkiye’nin son yirmi yılına yakından bakabilir. Türbanlı öğrencilerin eğitim hakkı engellenmesin diye verilen mücadele artık çok gerilerde kaldı. Şimdi Milli Eğitim Bakanlığı tarikatlarla anılıyor. Okullara manevi danışman adı altında imamlar atanıyor. Karma eğitim sorgulanıyor. AKP’li belediye başkanları konser yasaklıyor. İktidar, kerameti kendinden menkul yobazların topluma ayar vermesini keyifle seyrediyor.

 

Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı eylemlerin odağı olarak cezalandırılan bir partinin zamanla laikliği tasfiye edebilecek güce erişmesi siyasi tarihimiz açısından ibretlik bir olgudur.

 

 

[1] https://basta.media/rentreescolaire