Emekçiler, emekliler ve sermaye

Bu konuda emekçi örgütleri olan sendikalar karşımıza çıkar. Fakat sendikaların emekçi haklarını savunmada öngörüldüğü kadar başarılı olamadıkları da açıktır. Bunun sebepleri de sendikalarda taban ile yönetici sınıf arasındaki derin farktan, sendikaların sarı sendika alanına savrulmaları ve/veya sendika başkan ve yöneticilerinin sendikal yaşam sonrasında siyasete atılma eğilimlerine dek bir dizi nedene dayanmaktadır.

Ne garip, garip olduğu kadar da hazin bir tecellidir ki, içinden geçtiğimiz derin krizde emekçiler de, emekliler de gelirlerinden memnun olmayıp, emekçiler sermayeye, emekliler de devlete el açmış durumdalar. Evet, her iki taraf da, ilgili mercilerden para talep etmekteler. Peki, eğer para sermayenin ve devletin ise, emekçilerin de emeklilerin de para talep etmeleri tarafların insafına terk edilmiş olmuş olmaz mı? Bugün tartışacağımız bu konuda bir eleman eksiktir; o da, devlettir. Sistemin tamamlanabilmesi için tarafların sermaye, devlet, emekçiler ve emekliler olarak dizilmesi gerekmektedir. Dizilişi tamamladıktan sonra tartışmamıza geçebiliriz.

Önce emekçilerden başlayalım. Emekçiler, gelirin yaratılmasında esas unsur olsa da, kendi emeğine yabancılaşmış olarak, gelirlerinin arttırılması için sermaye ile karşı karşıya gelmektedir. Bu tersliğin sebebi, kapitalist sistemin burjuva yasaları ve bu yasaları ideolojik ve baskı aygıtları ile uygulayan devlet aygıtıdır. Demektir ki, emekçiler haklarını alabilmek için sermaye ile mücadelelerinde fark etmedikleri daha güçlü bir aygıtı ve onun araçlarını karşılarına almaktadırlar. Kısacası, toplumun ve emekçilerin de saygı duyduğu devlet(!) sınıfsal niteliği ile emekçilerin değil, sermayenin safında yer tutmaktadır. Devletin sermayenin safında rol almasını meşrulaştırıcı olgunun ise devasa bir ahtapot gibi tüm toplumu saran devasa burjuva hukuku olduğunu görmeliyiz. Bunları bilmiyor muyuz? Tabii ki, biliyoruz, fakat mücadelemizde böyle bir bilinçli davranışa giremiyoruz. Acaba neden!. Örneğin, emekçi dostlarımızın mücadelelerinde mutat olan “hakkımızı söke söke alırız” sloganında, emekçi hakkının nasıl tanımlandığı, sınırının nasıl çizildiği biliniyor mu? Bir miktar zamla emekçilere yapılan ödemeler tüm direnişi dindirebiliyorsa, emekçiler haklarını almış olmakta mıdır? Uygulamaya baktığımızda, böyle bir zamla alınan ücrete razı olunuyor ki, emekçi eylemi sönümleniyor. Peki, ücrete yapılan bir miktar zamla emekçi hakkını almış oldu da, sorun çözüldü mü? Bu noktada meseleyi karara bağlamadık, fakat bunu burada terk edip, ikinci gruba geçelim.

Emeklilerin durumu emekçilerden de beter gibi gözüküyor. Emekliler de gelirlerinin yükseltilmesi için devlete el avuç açmakta ve maalesef, “devlet versin” ya da “devlet zam yapsın” gibi feodal dönemi anımsatıcı olduğu kadar, insanlık adına da küçük düşürücü ifadeler kullanmaktadır. Emekliler pek de haksız sayılmaz; çünkü emekli ödentileri ilgili sandıklardan parlamentoda kabul edilmiş yasalara göre yapılır. Zannedilir ki, emekli ödentileri vaktiyle yapılmış kesintilerden yapılmaktadır. Şöyle bir düşünelim, eğer emekli maaşları vaktiyle yapılmış kesintilerden yapılıyorsa, neden bu para vaktiyle emekçiye verilmedi de, şimdi, enflasyonda para değerini kaybettikten sonra hak sahibine verilmektedir. Üstelik bu sürede bir de faiz kaybı yaşanmaktadır. Bu anlatım çerçevesinde bu sistemin bir mantığı olabilir mi? Biraz komik kaçıyor, değil mi! Mesele halka yansıtıldığı biçimde gerçekleşmemektedir. Evet, Emekli Sandığı ya da Sosyal Sigortalar Kurumu gibi farklı adlar altında sandıklar vardır. Kamu maliyesi açısından bu sandıklar “tasarruf sandıkları” olarak bilinir. Bu sandıkların işlevi toplanan aidatları piyasada değerlendirerek büyütmek ve kamu bütçesi açıklarının karşılanmasında borç olarak kullanılmasını sağlamaktır. Hak ödemesi esnasında sandığın kaynağının yetersiz kalması durumunda ise fark kamu bütçesinden yapılan aktarımla karşılanır. Görülüyor ki, tasarruf sandıkları olarak da adlandırılan emekli sandıkları bütçe açığında borç olarak kullanılabildiği gibi, hak ödemelerinde karşılanamayan talepler de kamu bütçesinden aktarımla karşılanır. Tüm bu işleyişi ve işleyişin uygulayıcısı olarak karşımıza devlet, uygulama hükmü olarak da burjuva devlet sistemi muvacehesinde oluşturulmuş yasalar çıkar.

Her iki konuya da toplumsal yansımaları ile bakmak bizi bir yere taşımaz. O kadar ki, emekçiler niçin düşük ücret aldığını, emekliler de niçin düşük emekli aylığı aldığının ayırdına varamazlar. Sosyolojik yöntemle ulaştığımız görüntüsel ilişkiler ağının arkasında sistemin ekonomi kuralı ve onun işleyişi olduğu bilinciyle şimdi de her iki olayın perde arkasına bir göz atalım. Tüm üretim ünitelerinin ve emeklilerin paylaştığı arka plandaki pastanın adı “katma değerdir”. Paylaşıcılara devleti de kattığımızda durum daha bir karmaşık hal almaktadır. Paylaşımın emekçilerle ilgili kanadı piyasa ilişkileri içinde, emeklilerle ilgili kanadı ise piyasa dışı ilişkilerle gerçekleşir. Her iki kanattaki ilişkilerde de burjuva hukukunun baskılayıcı uygulayıcı sıfatı ile devlet yer alıyor olmakla beraber, emekçi gelirinin oluşumunda piyasa koşulları birincil roldedir.

Unutulmamalıdır ki, katma değerin paylaşımında tarafların güçlü konumları ana etmendir. Tarafların güçlü konumları ise, bir yanda sermaye sahipliği, diğer yanda da sermaye sahipliği sıfatı ile burjuva hukukunun yapıcı unsuru olma niteliği ile belirlenir. Bu noktada sistem mantığı ile karşı karşıya gelmiş olduk. Sistem mantığını oluşturan ajan sermaye, uygulayan ajan ise devlettir. Bu hesapla, katma değerin paylaşımında üretimin aslî unsuru emeğin sözü geçmediği gibi, hele de üretimden alanından çıkmış olan emeklinin esamisi dahi okunmaz. Kısacası, her iki taraf da son kertede sermaye hâkimiyetinde oluşturulmuş burjuva hukuku baskısına tabidir.

Bu konuda emekçi örgütleri olan sendikalar karşımıza çıkar. Fakat sendikaların emekçi haklarını savunmada öngörüldüğü kadar başarılı olamadıkları da açıktır. Bunun sebepleri de sendikalarda taban ile yönetici sınıf arasındaki derin farktan, sendikaların sarı sendika alanına savrulmaları ve/veya sendika başkan ve yöneticilerinin sendikal yaşam sonrasında siyasete atılma eğilimlerine dek bir dizi nedene dayanmaktadır. Hal böyle olunca, sendikalar emekçi haklarını korurken, aynı zamanda sisteme zarar vermeme konusunda hassas davranır. Kısacası, sendikaların emekçi haklarını savunmadaki yetersizlikleri, sistem içinde ve sistemin bir yapısı olmalarından kaynaklanmaktadır.

Görülüyor ki, emek-sermaye çatışması sistemin organik sınıfsal yapısında yer almakla beraber, günümüz koşullarında daha da girift hale gelmektedir. Emekçilerin mücadele güçlerini birleştirerek sermayeye yöneltmeleri gerekirken, toplumun çeşitli ölçütlerle sosyal ayrıştırılması ve bu ayrışmanın kışkırtılması emekçileri de sermaye lehine kendi arasında ayrıştırmaktadır. Bu koşullarda sonuç alınabilecek emek mücadelesinin asıl silahı emekçilerin ve emek hareketinin siyasallaşmasıdır. Siyasallaşan emek hareketinin sendikal hareketten çok daha şiddetli sistem baskısına maruz kalacağı açıktır, ancak böyle bir mücadele sürdürülürken dahi emek hareketlenmesinin sermaye ve hükümet üzerindeki korkutucu etkisi sendikal mücadeleden çok daha yoğun olacaktır. Emek hareketinin siyasal örgütlerde yansıması, hareket gruplarının kendi içinde ayrışmamasında ve teori ile pratiğin bir araya getirilmesinde de önemli bir araç olur.