Geçmiş 'an'ı, 'an' geleceği oluşturur

Tarihte eşine az rastlanır iki aynı şiddette deprem bölgeyi alttan vurdu. Ne var ki, bölgeyi üstten vuran deprem değil, ekonomi-siyaset yönetim patolojisidir. Doğal afet arazinin kaderidir, ama yaşanan sosyal ve siyasal deprem kader değil, bizzat bizim eserimizdir!

Tarihsel süreçte “an” ın izlenmesi yaşamsaldır. Çünkü yaşanan an, geçmişin ürünü, geleceğin de mimarıdır. Bu yaklaşımla günümüzü irdelerken, yaşadığımız büyük doğa felaketinin tüm yönleriyle geçmişin aynası olduğu, bugünün yönetim biçiminin ise, iyisi ve kötüsüyle, geleceğin mimarı olacağı bilinmelidir. O nedenle, bugünün çözümlenmesinde, geçmişin anlaşılması ve geçmişte yapılmış hatalarla açık yüreklilikle yüzleşilmesi kaçınılmazdır.

Tarihte eşine az rastlanır iki aynı şiddette deprem bölgeyi alttan vurdu. Ne var ki, bölgeyi üstten vuran deprem değil, ekonomi-siyaset yönetim patolojisidir. Doğal afet arazinin kaderidir, ama yaşanan sosyal ve siyasal deprem kader değil, bizzat bizim eserimizdir! İşte, deprem sonucunda yaşadığımız inanılmaz sosyal ve siyasal çöküntüler acaba hangi maharetimizin sonucudur ki, başımıza bu bela geldi diye, enine boyuna düşünmek zorundayız. Müteahhitler çürük bina yapmış, evet doğru da, o zaman düşünelim, müteahhitler neyin eseridir? Müteahhitler dürüst değildir ifadesi, bir teoriye oturtulmadıkça soyut düzeyde kalır. Sanayicilerimiz dürüst davrandığı için mi, devamlı ihracatımız ithalatın gerisinde kalıyor da, giderek yükselen cari açık veriyoruz! Ne var ki, sanayicilerin sorumsuz davranışı ve işlenen iş cinayetleri anlık gerçekleşmeyip uzun döneme yayıldığı için algılayamıyoruz, fakat müteahhitlerin hatası bir saat içinde binlerce cana mal olduğu için algılayabiliyoruz. Oysa sanayici de, müteahhit de aynı toplumsal davranış kodu ile hareket ediyor. Peki, bu durumda tüm üreticilerin dürüst olmadığını iddia edebilir miyiz? Eğer durum bu ise, kabahati bireysel düzeyde mi, yoksa global ya da toplumsal düzeyde mi aramalıyız? Bu tartışmayı sonuca bağlamadan toplumun diğer karar mekanizmalarına da bir bakalım.

Siyasilerimiz için de bir çift sözümüz olacak. Emperyalist işgalcileri ülkeden kovduktan sonra kapitalist raya oturtulmuş olan Türkiye’de, bağımsızlığın ekonomik kalkınma ile sağlanabileceği ilke olarak kabul edilmiş ve 1930’ların devletçilik politikalarıyla sanayileşme hamlesine girişilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı’na kadar yaşanan küresel krizden yararlanarak sanayileşme hamlesi yapmış olan Türkiye’ye, savaş ertesinde emperyalistler derhal çökmeyi ihmal etmediler, çünkü aynı rayda idik. Böylece başlayan süreçte, 1958, 1979 ve 1999 krizleri ve nihayet 2023 (rastlantıya bakar mısınız: yirmişer yıl aralarla!) çöküşünü yaşarken, dönemlerin iktidarlarını yerlere göklere koymadık mı! Menderes’ten başlayarak her bir dönem siyasisi ciddi sanayileşme hamlesine yönelmek yerine, körü körüne kapitalist-emperyalist havuzdan hazineye kaynak bulma başarısını kanıtlarken, üstelik de Osmanlı’nın son dönemleri hafızalarda henüz tazeliğini yitirmemişken, sorgulanmadan oylarını yükseltmedi mi? Köy enstitülerinin kapatılmasından, din ticaretine yönelişe, tüm ikazlara rağmen neoliberal politikalar ve sığ borsa koşulunu dahi dikkate almadan küresel finansal sömürü alanına girmenin ülkeye mi, yoksa emperyaliste mi yarar sağlayacağını hangi iktidar düşündü? Hele de son dönemde yönetişim aldatmacası ile yerli ve yabancı sermaye birlikteliğinin devlet aygıtını paravan yaparak halkı soymasına kim, hangi gerekçe ile izin verdi? Üçüncü küresel kriz ertesinde üçüncü paylaşım savaşı misali yaygınlaşan merkezileştirilmiş teknoloji-finansal operasyonlara göz kırparak, savaş tazminatı misali ödeme taahhütleriyle gerçekleştirilen alt-yapı yatırımlarıyla ekonomiyi derin bir krize sürükleyen siyasiler neyin pahasına kimlere yarar sağladığını bir saniye olsun acaba düşünüp, hicap duymuş mudur! Sermaye ve sair toplumsal baskı ve çıkar gruplarından arındırılmış yurtsever bir akademik kadro ve parlamento destekli felsefi yaklaşımlı bir siyasi lideri mi, yoksa devleti tüccar-devlet mantığı ile götürmeye çalışan, ufku dar bir siyasetçiyi mi emperyalistler yeğler? Bu sorunun yanıtını “yetmez, ama evet” güruhuna bırakıp, şimdi de biraz kendimize dönelim.

Emperyalistleri anlarız, onlar kendi açılarından haklılar da, fakat siyasilere platonik aşkla bağlanan halka ne demeli? Ne hazindir ki, dönemlerin ekonomi politikalarına ve giderek derinleşen yoksulluğa bakmadan, futbol kulübü tutar misali partilere bağlanıp, siyasi rolümüzü oynayarak bizzat yanlış oyunda ısrar eden siyasileri de yakmadık mı? Balık hafızalı falan gibi ifadelerle salt halkımızı suçlamayalım, halkımıza ışık tutma durumunda olması gereken profesyonel iktisatçılarımız ne yaptı? Bir kısmı her yılın ulusal gelirini nominal olarak ele alıp, biraz düşük de olsa, belirli düzeyde kalkınmışlık yaşandığını ileri sürmedi mi? Peki, dostlarımız karınca kaderince mutlak büyüme görüntülü bulguları nicel olarak saptarken, bulguları niteliksel açıdan irdeledi mi? İrdeleyemezdi, çünkü niceliksel görüntü bilimsellik, niteliksel ifade ise siyaset anlamına gelecek idi. Hayret!

Birinci sanayi aşaması simgesi olan kumaş üretiminde çabalıyorduk. Hatta günümüzde Avrupa’ya ihraç edebilecek hassasiyette iç çamaşırı dahi yapıyoruz, ancak bu üretimin tüm girdi kumaşları, daha da önemlisi o ürünleri yapan makineleri ithal ediyoruz. Bu mudur, soyut rakamlarla ifade edilen büyüme? İçsel dinamiklerle desteklenmeyen soyut rakamlar, benzer ülkelerle karşılaştırılmadıkça ne sömürüyü gösterir ne de ülkenin nisbi iyileşmesi hakkında anlamlı bir fikir verir. Bazı dostlarımız da siyasete ya da sair güçlü çevrelere sırtımı dayayarak, bilim yapmanın özerklik özelliğini unutmuş gözükmektedir. Üniversite sayısı ile niteliğinin ters orantılı olduğu sanki hiç bilinmiyormuş gibi, sayıları üç haneli apartman-üniversitelerle bir yere varılamayacağı bilinmez miydi? Demem o ki, halkımız da kendine düşeni yapmadı; yapamadı demiyorum, yapmadı! İmar affından tutun da, gerici ve istismarcı dinciliği savunan, akademiyi, hukuk kurumlarını, medyayı vs emri altına alan iktidarlara destek vermek ülkeyi ve halkı giderek koyulaşan karanlığa gömmek demek idi.
Geçmişi farklı açılardan irdelerken her cephede ve her açıdan büyük bir savrulma olduğunu gördük. O zaman sorumuz şu olmalı: bu şiddetli savrulma neden kaynaklanmıştır ve niçin önlenememiştir? Tüm anlatılanların düğümlendiği bu noktanın, hangi etmenin sonucunda bireyselleşen kişi ve kurumlarda rant kollama ve bu uğurda her şeyi mubah görmenin irdelenmesi kaçınılmazdır. Başka bir yazı boyutuyla ele alınacak bu konunun ahlak ya da erdem denen yüce duygusal üst-yapı olgusunun kıtlık ve çaresizlik durumlarında nasıl şekilleneceği de ayrıca ele alınmalıdır. Hepsinden önemlisi, “balık baştan kokar” ve “sürü davranışı” konuları yanında gelir dağılımındaki hızlı bozulmanın sonuçları da bu çerçevede irdelenmelidir. Çekirdek dokudaki temel etmenleri gelecek yazıya bırakarak, burada şu kadarını söyleyerek yazıyı bitirelim: çürüyen sistemde tedricen tüm işlemler kamusal alan ve anlayıştan özel alan ve talana savrulurken, en tepeden başlayarak bireysel davranış kodları da etiksel davranış kodlarından sıyrılır, özel çıkar ve rant sağlama hırsına dönüşür. Fıtratında sermaye gözeticiliği olan siyasi erki destekleyen cehalete, birkaç saat içinde yaşanmış binlerce can hâlâ bir şeyler anlatamazsa, bu acılar da, belki bundan sonrakiler de hak edilmiş demektir!