Halil Yeni yazdı: Şair ölür şiir susmaz

Küçük bir kasaba kentinde yaşıyor olmanın kaderi, şairin kendisini bu dar ve tutucu çevrede var edememiş olmanın kederi ile birleşince ortaya zorlu hikâyeler çıkabiliyor. Hele ki bu kent kültürel özellikleri yada doğal güzellikleriyle değil de, kazma ve kürekle, kömür ve ölümle anılıyorsa hikayeler genellikle hüzünlü bitebiliyor.

Halil Yeni yazdı: Şair ölür şiir susmaz

Halil Yeni

Zonguldak’tan bahsediyorum. Tarihi kömür üzerine kurulmuş, emeği maden işçileriyle… Yaşamın karaelmas ile anıldığı, ölümün verem yada iş cinayetleriyle… Ve Zonguldaklı iki genç sairden, bahsediyorum. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’dan. Adları ayrı kaderi bir, yüzleri ayrı, kederi ortak olan…

Bir Şehir

Geçmişten günümüze taşkömürü havzasının merkezi oldu Zonguldak. Kent için ‘’karaelmas diyarı’’ güzellemesi yapılsa da ‘’elması’’ sermayeye ‘’karası’’ emekçiye kaldı. Grizu patlamaları, göçükler, babasız büyüyen çocuklar, dedesini göremeyen torunlar, sakatlanmalar ve çevre kirliliği… Kent bunlar üzerine yapılan filmler, yazılan öykü, roman ve şiirlerle sadece son dakika haberlerinde değil edebiyattaki yerini de aldı.

Yine yakın zamanda adı sıkça anılan bir şehir oldu Zonguldak. Pandemi döneminde otuz büyükşehirde hafta sonları sokağa çıkma yasağı ilan edilirken, bir itiraf belgesi olarak Zonguldak da yasak kapsamına alınıyor, ‘’neden? Zonguldak büyükşehir değil ki!’’ sorularının karşısına yaşamsal bir gerçeklik çıkıyordu.  Çünkü Zonguldak akciğer ve solunum hastalıklarının en çok görüldüğü şehirlerden biriydi ve maden işçiliğinden dolayı KOAH hastalığı yüksekti. Corona virüsün nefes yollarında etkili olması riski artırıyor ve kent yasaklı şehirler arasına giriyordu.

İki Şair

Doğdukları yıllar, Anadolu toprakları işgal altındaydı. Ağır koşullarda, maden ocaklarında zorla çalıştırılan, çalışmayanların cezalandırıldığı mükellefiyet günlerinin çocuklarıydı. 2. Dünya savaşı sırasında paylarına düşen yokluğu, yoksulluğu tatmışlar, ekmeklerini bile vesikayla almışlardı.

Aynı şehirde yaşadılar, aynı lisede okudular, Halkevinden çıkmadılar. Vapur yolu gözleyip, gelen sanat dergileri ve kitapları soluk soluğa okudular. Hayattayken çok yakın arkadaştılar. Ölümlerinden sonra da birlikte anıldılar. Ölümün kıyısında bile yaşamın güzelliğine dair şiirler yazıp, yirmi küsur olan hayatlarına kısa bir hikâye ve büyük bir yaşanmamışlık bıraktılar.

Zonguldak’ta öğretmenlik yapan şair Behçet Necatigil’in öğrencisi, Oktay Rıfat’la tanış, Salah Birsel, Necati Cumalı ve kemal Uluser ile arkadaştılar.

Garip akımının en genç temsilcileriydiler. Akımın yaratıcılarından Orhan Veli gibi hayatın yemiş dolu sofrasından ‘’bize müsaade’’ diyip erken ayrıldılar.  Yazdılar. Durmadan yazdılar. Yayınlansın, okunsun, isimleri duyulsun diye dergilere, gazetelere yolladılar.  Zamanları yoktu. Vakitleri daralıyordu. Kaleme aldıklarına dönüp bakamadı, oturup uzun uzun üzerine konuşamadılar.

‘’Şiirlerimin kusurlarını bilmiyor değilim. Uğraşabilsem çoğunu daha güzel söyleyebilirdim. Ama bu ölüm korkusu yakamı bırakmıyor ki. Her başladığım işi hemen bitirmek istiyorum.” (Rüştü Onur)

Muzaffer ‘’şimdilik’’ adını verdiği kitabını Zonguldak’ta, yazılar yazdığı gazetenin matbaasında, kâğıt parası biriktirerek kendisi bastırdı. Dizgi ve baskı ücreti gazetede ki maaşından kesildi. Rüştü ise şiirlerini kitaplaştıramadan aramızdan göçüp gitti.

Üç Ölüm

Genç yaşlarında kömür karası o şehirde vereme yakalandılar. Parasızdılar, sahipsizdiler, bu nedenle tedavi olamadıkları için göz göre ölüme itildiler. Yoksuldular, sağlıklı beslenemedi, kendilerine bakamadılar. Yaşama ayaklarını yerlerde sürükleyerek tutunmaya çalıştılar.  Ölüme bayır aşağı koşarken bile insanların kendilerine acımalarını değil anlamalarını beklediler.

Rüştü Onur Salah Birsel’e yazdığı mektupta ‘’Bugün, çok sevdiğim dünyaya doyamayacağım gibi geliyor bana. Daha koklayamadığım çiçekler var, tadamadığım meyveler, havasını teneffüs edemediğim, insanlarıyla omuz omuza gezemediğim şehirler ve nihayet yazamadığım şiirler. Ben ölecek adam değilim Salah. Fakat bilinmez ki mukadderat.” diyordu.

Ölümün iki eli yakalarındaydı. Hastalıklarının ilerlediği yıllarda yaşamdan kopmayıp aşka ve şiire tutundular. Rüştü Onur İstanbul’dan Zonguldak’a dönerken Anafarta Vapuru’nda, Mediha Sessiz adında bir kadınla tanıştı. Âşık oldu ve ona aşkını dile getiren mektuplar yazdı. 7 Ağustos 1942 tarihinde nişanlanıp 15 Ekim 1942 tarihinde evlendiler. Mediha’ların Beşiktaş’taki evlerine yerleştiler. Talihsiz serüvenler dizisi peşlerini bırakmayacak, mutluluk ayaküstü uğrayan bir misafir gibi hemencecik ayrılacaktı. Evliliklerinin 18. gününde Mediha karın zarı iltihabından hayatını kaybetti.

Kimden sual ettiysem halimi / güldüler / anam bile şiir yazdığım için / bakmadı yüzüme / yalnız bir öğle üstü sofrada / ölüm mukaddermiş dedi / halbuki yaşamak alnımın yazısı’’ diyen şair, bu ölüm karşısında yıkılarak Mediha’dan bir ay sonra ciğerlerinden gelen kanla boğulup yaşama veda etti.

Muzaffer Tayyip Uslu Rüştü Onur’un ölümü üzerine yaptığı konuşmada şunları söyleyecekti.

“Rüştü ölmüş… Öldü, diyemiyorum. Bundan bir ay önce İstanbul sokaklarında kol kola gezdiğim, birkaç gün evvel de yakında bir şiir kitabının çıkacağını müjdeleyen mektubunu aldığım Rüştü’nün bu vakitsiz ölümüne kendimi inandırmak kolay olmayacak.

Rüştü benim için, şiirlerini her zaman zevkle okuduğum bir şairden ziyade, hiç çekinmeden bana derdini döken ve benim de hiç çekinmeden kendisine içimi açabileceğim; yeryüzündeki yegâne insandı. (…)

Rüştü ölmüş… Demek ben artık, Rüştü gelirse; “şöyle yaparız, böyle yaparız” diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baş başa tasarladığımız, yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık, bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler, birer hatıra oldu.

Rüştü ölmüş… Ve ben daha şimdiden, insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım.”

Rüştü’süz, ölümün pençesinde yaşamaya devam eden, yalnızlığıyla hastalığı arasında gidip gelen Muzaffer Tayyip ise yazdığı bir mektupla şair Oktay Rıfat’tan yardım isteyecekti.

“Sevgili Oktay Ağabey;

Seni yine rahatsız edeceğim, benim sanatoryum işi arapsaçına döndü. Ben işleri yoluna koydum diye sevinirken, az evvel, dairede şöyle bir tebligatta bulundular: ‘Sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak 200 lira kadar bir yardımda bulunabiliriz. Halbuki sanatoryumda üç ay yatacağıma göre 900 lira kadar bir para lazım. 700 lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız. Bu acayip, bu antika tebligat karşısında şaşırıp kaldım. Ne yapacağımı bilmiyorum.

Oktay Ağabey, işittiğime göre ‘Yardım Sevenler’ cemiyeti ve ‘Kızılay’ benim vaziyetimde bulunanlara yardım ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? Yahut buraya tepeden inme bir şey yapmanın imkânı yok mu? Çok iyi biliyorum ki kuvvetli bir piston olsa böyle bir hadiseyle karşılaşmayacaktım.

Oktay Ağabey, biliyorum sana çok yük oldum. Fakat ne yapayım? Senden başka derdimi kimse dinlemiyor. Senden bir zaman içinde müspet veya menfi cevabını bildiren mektubunu bekliyorum. Selamlar.”

“Ben veremden öldüm / Belki ölmezdim / Sıkıntım olmasaydı / Paradan yana” diyen sair bu mektuptan kısa bir süre sonra henüz 24 yaşında hayatını kaybetti.

Kelebeğin Rüyası”

Tarihin, arşive kaldırılmış tozlu kitapları, yaşadığı yıllarda hak ettiği değeri görememiş, ölümünden sonra ise unutulup gitmiş çok sayıda şairin ismi ile doludur. Şiirleri okunmaz, mezar yerlerini ot basar. Ne ananları vardır artık, ne hakkında iki satır yazanları. Yaşamına tanıklık etmiş olanlarda silinip gider dünyadan. Her şey ustalık işi bir sessizlikle ilerlerken bir el, tarihin üst üste bindirilmiş, dağınık ve düzensiz arşivine girerek, o şairin küflenmeye yüz tutmuş ismine dokunur. Şiirinin üzerini yurt edinmiş bir karış tozu üfleyerek ve onu geçmişin kalıntılarından çekip bugünün ışıltılı vitrinlerine getirerek, yaşarken göremediği ilgi ve sevgiyi ölümünden sonra görmelerini sağlar.  Ruhlarına bir Fatiha suresi yada bir teselli busesi bırakır. Yılmaz Erdoğan’ın 2013 yılında vizyona giren ‘’Kelebeğin Rüyası’’ filmi de bu etkiyi yaratarak bizlere Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu isimlerini “armağan” etti.

Bu etkileyici filmden sonra haklarında çok sayıda araştırmalar yapıldı, yazılar yazıldı. Öncesinde yazılan ve ikinci baskıyı göremeden raflardan indirilmiş kitaplar yeniden basılarak en çok satanlar arasında ki yerlerini aldı.  Şehir onlarla anılır hale geldi.  Zonguldak’ta ki kimi sokaklara onların isimleri verildi. Şehir meydanlarına büstleri konuldu. Belgesel filmleri çekildi. Adlarına anma geceleri yapılıp doğum yıl dönümleri kutlandı. Kitapları basılıp şiirleri çoğaltılırken onlar için yazılan kitaplar elden ele, dilden dile dolaşır oldu.

Peki onları bizlere bu denli sevdiren şey neydi? Sadece haklarında yapılan bu filmi? Yada az sayıda ki şiirleri mi? Yoksa kederi seven bir toplum olarak derinden etkilendiğimiz yaşam hikayeleri mi? Yada geç kalınmış bir özür müydü bizimkisi? Bunu okur cevaplayacaktır.

Ne acıdır ki genç yaşta vereme yakalanıp ömrünün son yılarını her gün öle bileceklerini bilerek ve düşünerek yaşadılar.  Ve bu duyguyu şiirlerine sıkça yansıtıp aramızdan sessizce ayrıldılar.

 

Hülasa (Rüştü Onur)

Ben ölsem be anacığım

Nem var ki sana kalacak

Ceketimi kasap alacak,

Pardösömü bakkal

Borcuma mahsuben…

Ya aşklarım

Ya şiirlerim ne olacak

Ya sen ele güne karşı

Nasıl bakacaksın insan yüzüne

Hülasa anacığım

Ne ambarda darım

Ne evde karım var.

Çıplak doğurdun beni

Çıplak gideceğim

 

ÖLDÜKTEN SONRA (Muzaffer Tayyip Uslu)

Diyecekler ki arkamdan

Ben öldükten sonra

O, yalnız şiir yazardı

Ve yağmurlu gecelerde

Elleri cebinde gezerdi

Yazık diyecek

Hatıra defterimi okuyan

Ne talihsiz adammış

İmanı gevremiş parasızlıktan