Neoliberalizm bitti!...İnanalım mı?

Neoliberalizm ortaya çıktığında, devletin niteliği ve hizmetlerinde yaşanan değişim devletin zayıfladığının değil, iç piyasada ticarileştiğinin, uluslararası sistemde ise uluslararası sermaye yandaşlığının işareti olarak okunmalı idi. Bundan dolayı, neoliberalizmde yaşananlar organik anlamda dönüşüm değil, şekilsel anlamda değişimdir.

Erich Fromm 1960’ların başlarında, Marx ve Freud ile ilgili, Hayaller Zinciri Ötesi olarak çevrilebilecek harika kitabına, Marx’tan aktardığı şu pasajla başlar: “Bir koşulla ilgili hayallerden kurtulmak isteniyorsa, önce hayallere ihtiyacı olan koşuldan kurtulmak gerekir.”

Kapitalizm; sermaye devinimleri başatlığında yol alan, koşuluna göre bir dizi istasyona uğrayıp, ihtiyacını giderdikten sonra yeni ihtiyaçları için diğer bir istasyona geçer. Bu yönü ile sermaye, insanı kendine benzeten, devlet aygıtını emrine alan, önüne çıkanı yakıp yıkarak küresel, hatta evrensel boyutlara ulaşma hırsıyla işleyen sosyo-ekonomik nitelikli bir kanser tümörüdür. Bu tümör, asırlar boyu edindiği deneyimleri ile yol alarak büyürken, kazan dairesinde kan ve ateş cehenneminde sermayeyi sırtında taşıyan köleler kaptan köşkünden gelen emirlere göre makineleri çalıştırıyor “ve gemi gidiyor”.

Sistem, sömürgecilik döneminden başlayarak kaba kuvvet ve ateşli silahları ile çevreye yayılırken, kalemli silahşorlarıyla da ideolojisini bilim görüntüsüne bulayıp, beyinlere ve gönüllere akıtır. Öyle ki, kapitalist kalemşorlar bilerek/bilmeyerek 1789 Fransız Devrimi’nden devşirilen siyasal demokrasi görüşünü, ekonominin alt-üst ettiği sosyo-ekonomik yapıya yegâne demokrasi görüşü yapıştırır ve topluma yansıtır. Kapitalizmi demokrasi ile özdeşleştirerek halkın tepkisini perdeleyen piyasa silahşorları, John Locke’un insanlar için tasarladığı, hatta Smith ya da Mill anlayışında da, zayıflayarak da olsa, ifadesini ve anlamını insan bağlamında bulan liberalizm anlayışının, sermaye başatlığında sermayeye özgü anlayışa dönüştüğünü görmezden gelirler. Evet, liberalizm insan için değil artık sermaye içindir; sermaye özerktir, insan köledir. Perdelenen gerçekler arkasında yaratılan hayaller âleminde sermayenin genişleyen midesinin doyurulması amacıyla uğranılan her bir durak farklı adlarla “bilimselleştirilerek”, makine dairesi çalıştırılır ve geminin gidişi sürdürülür. Liberalizm, neo-liberalizm, Keynesçilik, özel sektör Keynesçiliği, libertanizm gibi, şimdiye kadar bilim olarak bizlere öğretilenler yanında, ömrümüz yeterse kim bilir daha niceleri reklam şirketleri vasıtasıyla oluşturulacak şatafatlı isimlerle bilimsel malûmat olarak kuşe kâğıtlı kitaplara geçecek, unvanlı sistem bekçileri tarafından da power-point sunumlarıyla genç dimağlara zerk edilecektir. Her yeni durağın ismini bilen kişi bilim camiasında parlayacak ve mevki kazanacaktır. Buna karşın, bir insan yeni icat bir kavramı bilmediğinde ise rahatlıkla out olacaktır. Allah hiçbir “kul” ya da bilgi insanını (bilim insanı değil!) sermayenin yeni şatafatlı ismini bilmeme zilletine düşürmesin!

Şimdi bu zillete düşmemek için biz de, değerli okuyucularımızla yeni gelişmelerden haberdar olalım ve ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın beyanı ile neoliberalizmin sonlandığını artık bilelim, mi? Her şeyden önce, Nail Satlıgan Hocamızı rahmetle anarak belirtmeliyim ki, tüm isimler bir yana, sistem kapitalizmdir ve sermayenin genişleme dinamikleri ile durmadan bir duraktan başka durağa geçmektedir. Değişen duraktır, fakat değişmeyen asıl öğe sistemdir. Onun için Marx üstada gönderme yaparak demek gerekir ki, ana dokunun çevreye yaydığı dokuları değil, o dokuları çevreye yayan sisteme yönelmek ve onu anlamak gerekmektedir.

Sanayi devriminin ilk başladığı ülke olan İngiltere’de yöneticiler merkantilist dönemde küresel serbest piyasayı önerirken, bunun bir siyasi hâkimiyet kararı değil, ekonomik hâkimiyet kararı olduğu kabul edilmelidir. Zira İngiltere’de devlet ve başat sermaye dokusu bu yolla dünyaya hâkimiyetinin meyvelerini toplamak istiyordu. O kadar ki, İngiliz donanması dahi bu görevle donatılmıştı. İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde Keynes politikaları sahneye sürülürken de, derin bir komünizm korkusu altında sermaye, geçici taviz karşılığında başatlığını sürdürmeye çalışıyordu. Nitekim Altın Çağ olarak anılan sosyal devlet taviz parantezi ancak 1973’lere kadar sürebildi, sonrasında yeni bir küresel kriz baş gösteriyordu. Sovyetlerin çözülmesi sonrasında aç kurtlar gibi çevreye yayılan sermaye, sömürü vantuzlarını çevreye yayarken sömürü üzerinden yaratılan artık değerleri merkeze ya da vergi cennetlerine aktarıyordu. Bizim gibi ekonomilere de saldıran çok uluslu sermaye devletin korumasını üzerine çekerek, yap-işlet-devret modeli ya da kamu-özel ortaklığı uygulaması ile halklar üzerinde sömürücü vantuzunu yoğunlaştırıyordu. Bugün içine göçtüğümüz bu çöküntü de ekonomik ilişkilerle yürütülen Üçüncü Paylaşım Savaşı sonucunda yaşanan mahkûmiyetin tazminat bedelidir.

Sermayenin üretim aracı olarak başatlığı geliştikçe liberalizm anlayışı da insandan sermayeye özgü kavram ve anlayışa dönüşmüştür. Başlangıçta devlet korumasında gelişen sermaye, gelişip serpildikçe devleti ve akademiyi emrine alarak, baba devleti sermaye devletine, akademiyi de sistemin ideolojisini oluşturma ve meşrulaştırma ajanına dönüştürmüştür. Kamusal erkleri organik ilişki içinde kendi çıkarına çeviren sermaye, genişleyip ulusal sınırları aşarken de devleti uluslararası sermayenin emrine yönlendirmiştir. Türkiye’de de alt-yapılar yapılırken, “bütçeden bir kuruş dahi çıkmadığı” söylemini devlete öğreten ve dillendiren sermaye, iş bitiminde de devlete nesillerin boynuna borçluluk ilmiğini geçirmeyi öğretmiştir. İşte bugünkü manzaramız!

Bir zamanlar Albert Einstein’ın önerdiği dünya devleti henüz tarih sahnesine çıkmamış olarak, sermayenin bu denli denetimsiz çevreye yayılması tabii ki ulusal devletler için sorun olmakla beraber, asıl sorun yine sermayeden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, sermayeye göre, emek ölmesin fakat ürettiğinden ufak hisse alsın, tüketici ölmesin fakat tükettiğinden fazlasını ödesin, devlet de ölmesin fakat artık değeri sermayeye bıraksın. Sermayenin topluma dayattığı bu üç ilişki de kendi içinde çelişkilidir. Sullivan devlet adına konuştuğuna göre, bu bağlamda sermaye-devlet ilişkisine göz atmamız gerekmektedir.

Sermaye-devlet ilişkisi tarihsel süreçte sermaye devinim aşamalarına göre şekillenmiştir. Ne İngiltere’nin başında Thatcher olduğundan, ne de ABD’nin başında Reagan olduğundan neoliberalizm yerküreye başat olmuştur. Bu başatlık, sermayenin kâr sıkışıklığının zorlaması sonucu maliyetleri kısma ve piyasaları genişletme dürtüsünün sonucudur. Demem odur ki, siyasiler sadece birer aktördür; o dönemde İngiltere’nin başında Churchill, ABD’nin başında da Wilson olmuş olsa idi dahi aynı kararlar alınacaktı. Eğer bu hüküm geçerli ise, bugün Başkan Biden’ı Jake Sullivan üzerinden konuşmaya zorlayan da yine sermayedir. O zaman sermaye dokusunun genetik yapısına yönelmemiz gerekiyor. Sermaye’nin vatanı yoktur, fakat derin bir güvenceye ihtiyacı vardır. Ulus devlet formatının oluşumuna baktığımızda da, devletin temel görevinin sermaye için iç hukuk ve güvenlik sistemi oluşturmak ve dış tehditlere karşı da koruma sağlamak idi. Hal böyle olunca, küreselleşme aşamasında da güvenceye gereksinim duyan sermaye, ideolojisinin yaygınlaştırılması ve savunma açılarından bağlı olduğu gelişmiş merkezlere dayandı ve güvendi. Fakat çevreye yayılan sermaye kısa vadeli birikim dürtüsüyle merkez devletleri istihdam ve vergi gelirleri açılarından zayıflattı. Hatırlanacağı üzere, yıllar öncesinde gazete manşetlerinde ABD devleti kapandı gibilerinden anlamlı ifadeler görülürdü. O dönemlerde ABD hükümetleri küreselleşen sermayeyi eve çağırırdı. Uluslararası ortaklıklar sürecinde ortak pazar aşaması mal ve hizmet akımını serbestleştirir, fakat ekonomik birlikler mal ve hizmet akımına ilaveten sermaye akımını da serbestleştirirken, sermayenin çevre aleyhine merkeze yönelişini hızlandırır. Ekonomik birlik anlayışından farklı olarak küreselleşme ise, kısa dönemde sermaye birikimine katkı yapar, fakat uzun dönemde merkez devletleri güçsüzleştirir. Merkez devletlerin güçsüzleşmeleri ise küreselleşen sermayenin güvence algısını zayıflatır ve uzun dönemde arzulamadığı bir durum oluşturur. Ebeveynini koruma refleksiyle hareket eden sermayenin bu talebini okuyan merkez devletler, özellikle de ABD, ülke içinde kamu yatırımları vaadi ile bir kısım sermayeyi içe çekerek, merkezin kaynak ve teknoloji kaybına uğramamasını sağlamaya çalışmaktadır. Binaenaleyh, neoliberalizm, yani sermayenin kendi kuralı ile yeryüzüne dağılabilir olgusu berdevamdır, ancak kamu yatırımları ile merkezî devletlerin zayıflaması da olabildiğince önlenmiş olacaktır. Bu da şu demektir ki, artık değer peşinde koşan sermaye, kısmen merkez devletlerde de devlet üzerinden halk sömürüsüne dayalı büyümeye devam ederken, aynı zamanda da merkez devletlerde istihdam ve gelir artışı yaratabilecektir. Yaratılan sistemle teknolojinin merkez denetiminden çıkmasının önlenmesi de, ABD’nin Çin ile mücadelede avantajı elinde tutarak, kolektivist zihniyetin kapitalist küresel sermayeye başat olmasının engellenmesi çabasıdır.

Neoliberalizm ortaya çıktığında, devletin niteliği ve hizmetlerinde yaşanan değişim devletin zayıfladığının değil, iç piyasada ticarileştiğinin, uluslararası sistemde ise uluslararası sermaye yandaşlığının işareti olarak okunmalı idi. Bundan dolayı, neoliberalizmde yaşananlar organik anlamda dönüşüm değil, şekilsel anlamda değişimdir. Devamlı genişleyen sermaye, bundan böyle de yerküreye yayılmaya devam edecek, kalkınma aşamasındaki ekonomilerin kalkınmalarına destek verme gerekçesi ile(!) küreselleşecek, fakat emrine girmeden, merkez ekonomilerin gücünü de yanında hissedecektir. Bir isim düşünecek olursak, küreselleşmenin ilk dönemini serbest küreselleşme, önümüzdeki dönemini ise güvenli küreselleşme olarak niteleyebiliriz. Ne var ki, merkez sermaye her daim daha güçlü olarak çevreye yayıldıkça hiçbir ulus sermayenin bu saldırısından masun olamayacaktır, üstelik çevre ülkelerde kaynak gereksinimi de merkez sermayenin yayılma gereksinimi ile örtüşmektedir.